Bir topluluk karşısında sesi titrediği ve ter içinde kaldığı için istediği konuşmayı yapamayan bir genç, artık ne zaman benzer bir durumda kalsa, otomatik olarak yoğun kaygı duyguları hissetmeye başlar.
Şayet bu yüksek kaygısı yüzünden topluluk karşısında konuşmaktan tamamen uzak durmaya başlamışsa, işte burada, genel anlamda olmasa bile, duruma özgü bir kaygı bozukluğu tablosundan bahsedilebilir.
Bu tablonun ilerlemesi halinde genç, bırakın konuşmayı, sadece kalabalık içinde bulunmaya dahi stres tepkileriyle karşılık verebilir.
Muhtemelen, zihninde birisinin kendisine işaret ederek topluluğun dikkatini tümüyle kendisine çekebileceği gibi fantastik bir kaygı yer etmiştir. Bu tür kaygıların daha da şiddetlenmesi halinde gencin sosyal hayattan tamamen geri çekilmesi dahi söz konusu olabilir.
Aslında kaygı, son derece fıtri ve olması gereken bir duygudur. Her insan gerek fiziksel gerek ruhsal bütünlüğüne yönelen tehditler karşısında kaygı duyar. Bunu, hırsızlara karşı arabalara takılan alarm cihazlarına benzetebiliriz. Nasıl ki alarm cihazı araba sahibine hırsızı haber vererek malını korumaya davet ederse;
Gelgelelim, bu alarm gereğinden fazla şiddette ve gereğinden uzun süre öterse, vücut hem fiziksel hem ruhsal anlamda çok yıpranır. Çünkü insan olarak hepimizin teyakkuz halinde olmak kadar gevşemeye de ihtiyacı vardır.
Zor zamanlarda harcadığımız dikkat ve kuvvetin, güven içinde dinlenerek geçirdiğimiz vakitlerin mahsulü olduğunu unutmamak gerekir.
Örneğin altı aylık bir bebek için yanında çığlık atılması büyük bir travmadır. Yahut 3-4 yaşındaki bir çocuğun bir akranı tarafından saldırıya uğraması ve onun tarafından ısırılması bir travmadır.
Ruha açılan yara anlamına gelen bu travmalar, eğer uygun şekilde tedavi edilmez veya doğru davranışlarla ruhsal dengeyi yeniden sağlayacak şekilde onarılmazsa çocuk ya da gencin hayatını aynı güçte hatta daha fazla etkilemeyi sürdürürler.
Somut bir örnek üzerinden gidelim, isterseniz;
Bir anaokulunda gündüz uykusu sırasında yanındaki arkadaşı tarafından ısırılan bir çocuk için, bu olay büyük bir travmadır. Travmanın özelliği, olayın meydana geldiği sırada çevredeki her unsura yönelik hassasiyeti artırmasıdır.
Bu olayda da çocuğun, sadece kendisini ısıran arkadaşına karşı hassasiyeti artmaz. Aynı zamanda uyumaya, anaokuluna ve diğer akranlarına karşı da hassasiyeti artar.
Bunun sonucu olarak da söz konusu çocuk uykuya dalmakta zorlanabilir, uyku sırasında aniden sıçrayarak uyanabilir, anaokulu gördüğünde birden hırçınlaşıp kapıdan içeri girmek istemeyebilir, yahut bir parka götürüldüğünde akranlarıyla oyun oynamaktan abartılı hareketlerle uzak durabilir.
Tüm bu kaçınma davranışlarının arkasında çocuğun başına gelmiş olan travmatik olayın etkisi vardır. Çünkü olay esnasında çocuk, çevredeki her şeyi hafızasına bir tehdit unsuru olarak kodladığından, olaydan sonra bu unsurlardan her birini, benzer bir olayın yaşanacağına yönelik bir ipucu olarak okur.
Karşı koymaması hâlinde yine büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacağını vehmeder. Çocuğun bu abartılı reaksiyonlarını normal düzeye getirebilmenin yolu, hassasiyet geliştirdiği tehdit unsurları üzerine tek tek çalışmak ve bunları yeniden normal bir algı nesnesine dönüştürebilmekten geçer.
Mesela;
Onun açısından bir akranıyla parkta yan yana gelmek kaygı vericidir. Zira iç dünyasında kendisini ısıran çocuk üzerinden tüm akranlarına karşı genelleştirdiği bir alarm durumu hakimdir. Çocuğu bu durumdan kurtarabilmek ise belki önce tek bir akranıyla ilişki kurmasını sağlayarak akranlarına karşı güven duygusunu yeniden tesis etmekle mümkündür.
Başka bir ifadeyle, çocuğun gözünde tehdit unsurunu yeniden bir “güven unsuruna dönüştürecek tecrübelere zemin hazırlamak gerekir. Yalnız, bu aşamada çocuğun ürkmemesi için bu tecrübenin yavaş ve tedrici adımlarla yürütülmesi çok önemlidir. Aksi halde kaş yapayım derken göz çıkarmış olma ihtimalimiz her zaman vardır.
Ebeveynlerin bu konuda dikkat etmeleri gereken nokta ise, belli olaylara bağlı olarak çocuklarında gözlemledikleri davranış değişikliklerini çok iyi takip etmeleridir.
Özellikle okula gitmeyi istememe, akranlarıyla ilişki kurmama ve kendi içine kapanma gibi kaçınma davranışlarını sadece canı istemiyor basitliğinde geçiştirmemeli, bu gibi durumlarda kaygı bozukluğunun da etkin bir rol oynayabileceğini mutlaka zihinlerinin bir köşesinde taşımalıdırlar. Şayet ihtiyaç varsa bir uzman yardımı almaktan da çekinilmemelidir
Kaynak: Ömer Baldık / Diyanet Aile Dergisi / Şubat 2015 / bkz: 20-21