Bakara Süresi 65 ve 66. ayetin Tefsiri (Besairu’l Kur’an-Ali Küçük): İsrail oğulları deniz kenarında bir kasabada oturmaktadırlar. Peygamberlerine; Allah’a dua etmesini ve Cenab-ı Hakk’ın haftanın bir gününü kendilerine bayram olarak tahsis buyurmasını isterler.
Peygamberleri Cenab-ı Hakka dua eder ve Rabbimiz de onlara cuma gününü bayram olarak tahsis buyurur. Ama hayatları hep tahrif olan bu Yahudiler cumayı cumartesine değiştirirler. Allah’a verdikleri söz gereği o gün hiçbir iş yapmayacaklar ve sadece ibadet ve taatte bulunacaklardı.
Bir süre buna riayet ederler. Sonra Rabbimiz bunları denemek için cumartesi günü deniz kenarına bolca balık gönderir. Bunların yasağa karşı sabırlarını denemek ister. Yahudiler, Allah’a verdikleri sözlerini unutarak oltasını, ağını kapan balık tutmaya koşar. Allah bir dönem böyle bir denemeyle Müslümanları da denemişti:
“Ey müminler… Allah gıyabında kendisinden korkanları açığa çıkarmak için sizi av gibi bir şeyle imtihan edecektir. (Bir av bolluğu ki isteyince) elleriniz de mızraklarınız da yetişebilecek. Ondan sonra kim de haddini aşarsa ona acıklı bir azap vardır (1)“
Hudeybiye günü Allah Sahabe-i Kiram-ı da böyle bir imtihana tabi tutmuştu. Sahabe ihramlıydı. Bu durumda kendilerine avlanmak yasaktı ve Allah bu esnada bolca av hayvanı göndermişti. Elleriyle yakalayabilecekleri, mızraklarıyla vurabilecekleri kadar av hayvanları onlara yaklaştırılmış; hatta aralarında, ayaklarının altında dolaşmaya başlamışlardı.
Niye yapmıştı Allah bunu?
Gıyabında Allah’tan kim korkuyor, kim korkmuyor? bunu denemek istemişti. Bolca bir av hayvanı gelmişti, ama müminler ihramlıydı. O durumda av avlamak şöyle dursun kişinin üzerindeki pireyi bile öldürmesi yasaktı.
Yasağa karşı ne kadar dayanacaklardı? Bunu denemek istemişti Rabbimiz.
İçki necistir, bellidir. Kişinin ona karşı sabretmesi kolaydır; ama taban necis olmayan pis olmayan, av hayvanı gibi şer’an yenmesi helal olan bir şeyi Allah geçici bir süre yasak kılıyordu. İşte böyle aslı hela olan bir şey karşısında dayanabilmek gerçekten zordur.
Müslümanlar hırslarını gıdıklayan, arzularını kamçılayan bir helal karşısında, bir dünya nimeti karşısında ne derece saygı göstereceklerdi?
İşte Allah’ın temizle pisi, korkanla korkmayanı ayırt edeceği bir imtihandı bu. Allah için mütedeyyin olanla, dünya ve nefisleri için dindar olanların açığa çıkarılması için bir imtihandı bu.
Bir de şunu söyleyelim burada: Elde olmayan bir nimetten sar-f-ı nazar etmekle, nimetin karşısındayken ondan sarf-ı nazar etmek çok farklıdır. Birincisi çok kolaydır. İkincisi ise gerçekten zordur. Meselâ dağ başında kalmış bir adamın açlığa sabrederek Allah’a ibadet etmesiyle, kurulmuş bir sofranın başında sabrederek Allah’a kulluk yapması farklıdır.
Birinci durumda muvaffak olan insanların pek çoğu ikincisinde muvaffak olamamışlardır. Ruhbaniyet terbiyesiyle İslamiyet terbiyesinin farkı işte burada anlaşılacaktır.
Birinciye nazaran ikinci daha zordur ve Rasulüllah Efendimizin bir hadislerinin beyanıyla Rabbimizin bizden istediği de ikincisidir.
Evet Allah bir dönem Müslümanları da böyle bir imtihana tabi tuttu. Av hayvanlarını yakınlaştırdı onlara, ama Müslümanlar başardılar bu imtihanı. Bugün de aynı imtihanlarla Rabbimiz bizi de imtihan eder.
Mesela;
▬ Bir para kasasının başına getiriverir ve elimizi uzatıverince alıverecek mi alıvermeyecek mi şeklinde dener bizi.
▬ Bazen bizi öyle bir konuma, öyle bir makama getirir ki, orada binlerce insanın namusu bizim elimizin altındadır. İfta makamındasınız farz edin, öğretici konumundasınız farz edin, sizden din öğrenmeye gelen pek çok kadını, kızı size yaklaştırıverir Allah da, böylece sizin o konudaki ağırlığınızı, takvanızı ölçüverir. Gıyabında kendisinden korkup korkmadığınızı ortaya çıkarıverir.
▬ Veya bazen size küçük küçük imkanlar verir. Mesela belediyelerde memurluk vererek sizi dener. Buradaki ciddiyetinize, samimiyetinize bakar da daha sonra size devlet idaresini teslim eder. Oralarda başaramamışsanız daha büyüklerini nasip etmez size.
Allah İsrail oğullarına cumartesi günü bolca balık göndererek onları imtihana tabi tutar. Bu manzara karşısında kasaba halkı iki gruba ayrılırlar.
Evet başlangıçta kasaba halkı böyle iki gruba ayrılıverdi. Bir süre bu iki grup arasında çatışma devam etti. Ama zaman uzayınca ve günaha gidenler uyaranları dinlemez hale gelince, bu uyaranlar da kendi aralarında ikiye ayrılıverdiler.
Böylece üç grup oldular.
Yapmayın! Etmeyin! Haramdır! Günahtır diye çırpınmaya devam edenler. Hatta bakın bu bizim vazifemiz bitmiştir, peygamber miyiz ki ümmet kayıracağız? diyerek evlerine çekiliveren grup o günahkarları uyarmaya devam edenlere şöyle diyorlar:
Yani bu Allah’ın kalplerini mühürlediği, Allah’ın kendilerine azap edeceği bu insanları neden uyarıyorsunuz? Adam olmayacakları kesin belli olan bu adamları uyaracağız diye niye ömür tüketiyorsunuz? Niye yoruyorsunuz kendinizi? Bunlar adam olmaz! Bunlar yola gelmez! Boşuna niye uğraşıyorsunuz? demişlerdi.
Öteki Müslümanlar şöyle diyorlardı:
Evet yarın Rabbimize karşı bir mazeretimiz olsun diye bunu yapmaya devam ediyoruz! Yarın soracak Rabbimiz:
Ey kullarım…
Yanı başınızda günah işleyen insanları görüyordunuz da ne yaptınız? Onları uyardınız mı? Onlara hakkı duyurdunuz mu? diye sorduğu zaman:
Öyleyse şunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım:
Karşımızdaki muhataplarımıza yapacağımız uyarının bitmesinin iki şartı vardır:
Ya geberecek o muhatabımız Ebu Cehil gibi, bizim vazifemiz bitecek. Ya da müslüman olacak Ebu Sufyan gibi, bizim görevimiz bitecek. Değilse gebermedikçe ve müslüman olmadıkça bizim ona yapacağımız tebliğ bitmeyecektir.
Efendim ben namaz kılmayan komşuma yüz kere anlattım, iki yüz kere anlattım, artık benim görevim bitti, yok. Rasulüllahın bir hadisinden öğreniyoruz ki;
Yüz bir kere anlattım demişse, bu defada yüz ikinciye niye gelmedin? diyecektir. Öyleyse yüz kere, bin kere anlatmış olmak yetmez, muhatabımız ölünceye veya Müslüman oluncaya kadar anlatmak zorundayız.
Bir de şunu diyelim burada:
Mesela;
Evet, bakın o kasaba halkının sonu ne olmuş? Allah buyurur ki:
Bakın burada uyaranları kurtardık diyor Rabbimiz. Günahkarları da maymunlar yaptık diyor. Bu iki grubun akıbetini anlatıyorayet ama üçüncü grup hakkında herhangi bir bilgi vermemiş Rabbimiz.
Yani;
O kendileri günah işlemeyen, ama evlerine çekiliverip de günah işleyenlerle mücadeleyi bırakıveren, pes eden, ya da günaha rıza gösteren bu üçüncü grubun akıbeti meçhuldür. Bilemiyoruz, belki de bunların zikriyle Rabbimiz kitabını kirletmek istememiştir. Aslında bu insanlar zikre bile değmeyen insanlardır demek en münasibi olacak diyoruz.
Bunlar ya dünyada o günahkarlarla birlikte helak edildiler, yahut da bunların azapları ahirete intikal etmiştir.
Aslında her toplumda bu üç sınıf her zaman mevcuttur. Günahkarlar, haram bilmezler, yasak tanımazlar. Günahkarları sürekli uyarmaya çalışan, çevrelerine Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini duyurmak için çırpınanlar.
Yapmayın Müslümanlar! Etmeyin insanlar! Haramdır, günahtır diye bir ömür koşturanlar. Allah için sevenler, Allah için öfkelenirler. Sevdiklerini Allah için sevip, küstüklerine Allah için küsenler.
Bir de kendileri günah işlemeseler de günah işleyenlerden rahatsız olmadan onlarla sarmaş dolaş yaşayanlar. İşte bu ayetler çerçevesinde bizler kendi yerimizi bulmak zorundayız.
Eğer günah işleyenlerdensek maymunlar olmadan hemen dönmeye çalışalım. Uyaranlardansak buna daha bir ciddi devam edelim ve kurtulanlardan olalım. Öteki gruptansak hemen vazgeçelim.
Kaynak: Ali Küçük / Besairu’l Kur’an Tefsiri
(1-Maide Süresi 94) (2-A’raf Süresi 164) (3-A’raf Süresi 164) (3-A’raf Süresi 165) (4-A’raf Süresi 165) (5-A’raf Süresi 166)