Dini metinler, başta semavi dinlerin temel kitapları olmak üzere, insanın kendisini onurlu ve seçkin bir varlık (eşref-i mahlukat) olarak dünyada var etmesi ve ahirete de böylece taşıması üzerinde özenle durmaktadır.
Her inançlı insan uzun uzadıya dini metinleri okuyamasa da veya okur-yazar olmasa da bu bilgiler en azından ilmihal kitaplarıyla ve halk arasında anlatılan kıssa ve nasihatler ile yaşatılmıştır.
İman böylelikle insanların gündelik sohbetleri ile tarihin ve İslam’ın erken zamanlarından beri bir sürekliliğe ulaşmıştır. Allah’ın varlığını iç dünyalarında hissederek peygamberlerine bağlılık duyanlar bir şekilde ibadetleri yanında sohbetleriyle geniş bir kültür ortamı hazırlamışlardır.
Bu kültürel birikim dini ibadetlerin uygulamaları (ilmihal) kadar gündelik hayatın diğer yönlerini de kapsayacak zenginliktir.
İslam’ın Mekke coğrafyası dışına yayıldığı zamanlarda her köyde, her kasabada belki Arapça’dan harfi harfine tercüme ve tefsir yapacak bilginler yoktu ama inanmış olmanın, barış içinde (teslimiyet) yaşamanın gereği olarak iyilikle, güzellik (salih amel) ile yaşamanın gereği, ilmihal bilgileri gönülleri ve zihinleri kendi mütevazı çerçevelerinde besliyordu.
Bu konuşmalarda, sohbetlerde bazı kavramlar, zaman zaman bir bilgilendirme amacıyla açıklanırken zaman zaman da konunun, sohbetin akışına göre farklı kavramlar yeri geldiğince açıklanmaktaydı. Bunları yaşatan insanlar hala olmasına rağmen artık televizyon ve radyo programları bu kendi halinde insanların yakaladığı samimi havaya ulaşmaya çalışmaktadır.
Ama mikrofonsuz ve ekransız konuşmalar ile bilgilendirmelerin de yeri başka..
Ve malına çok güvenen, mütekebbir insanlara, artık uzun uzadıya Kur’an’dan, sünnetten laf anlatmaya gerek duyulmadan, “Karun kadar malın olsa ne fayda” denilerek ciddi bir eleştiri getirilmektedir. Bir de başka tür zengin vardır. Ona Karun gibi denmez; variyetli denilir, hali vakti yerinde denilir ve bir de hayatı, harcamaları düzgün ise, hayır ve hasenat (iyilik-güzellik) da yapıyorsa saygı duyulur.
Bu iki insan tipi iki farklı zenginliğe işaret eder. Bu değerlendirmelerde ideoloji ve zengini aşağılama veya yüceltme değil insanlık önemlidir.
Karun, Kur’an-ı Kerim’den de okuduğumuz gibi, bilgisini ve malını bir övünç ve şirk meselesi yaptığı için helak olmuştur. Böyle kişi olarak tek başlarına helak olanlara Kur’an-ı Kerim’de başka örnekler de vardır. Firavun gibi, Haman gibi. Ancak bunlar gösterişi, kibir ve mal varlığını, kendilerine Allah’ın lütfettiğini unutan insanlardır.
Özünde “benim her şeyim var” diyerek Allah idrakini inkar etmektedir. Bunları bugün kibir kadar kendini beğenmenin farklı tüketim göstergeleri ile de görmek mümkündür. Bunlara halk arasında “görmemiş”, desinlere gidiyor” denilmektedir.
Belki bununla beraber İmam-ı A’zam Ebu temiz ve bakımlı olmayı önemseyen, cimrileri eleştiren “Allah size verdiğini üzerinizde görmek ister” ifadesini de hatırlayalım ki tamamen tüketim karşıtı olmayalım, ölçü üzerinde duralım. Hani, ifrat ve tefrit denilenden kaçmak, iki uca da kaymamak.
Bir de kavimler vardır. Bunlar da belirli nedenlerle helak olmuşlardır. Birisi Salih Peygamber’i dikkate almak istememiş yüce değerlerle dalga geçmiştir. Diğeri Şuayb Peygamber’in dediklerini önemsemeyip teraziyi yanlış tutarak ticari ahlaksızlığı, kimisi Lut Peygamber’e karşı gelerek cinsel ahlaksızlığı benimseyerek helak olmuşlardır.
Bunların dışında, adı daha az duyulan, söylenen bir kavim daha var ki onların yok oluşlarının nedeni ise kendilerini fizik görkem ve mal mülk olarak çok yetkin görmeleri ve gösterişlerinin esiri olarak kendilerini Allah’ın yarattığını inkar edecek duruma gelmeleridir.
Onlar kaba, sert tabiatlı ve yüksek yerlere yapılan görkemli binalara düşkündür. Bu kavim, Nuh Peygamber’in torunlarından olan Ad’ın soyundan gelen Ad Kavmi (Ad-i Üla) dir.
“Kimdir bizden daha güçlü olan” deyip kendilerinden geçercesine refahın, gönencin esiri olmaktadırlar. Çünkü zenginlik tek başına bir günahkarlık sorunu değildir, boylu poslu olmak da güzel olmak da. Asıl sorun şimarıklıktır.
Ad Kavmi’ne Allah mesajını farklı peygamberler ile gönderirse de laf anlamazlıkları Hz. Hud Peygamber’in mesajına kadar devam eder. O kibir ile Hz. Hud’un söylediklerini de öyle hemen kabul etmezler, onu gösterişten anlamadığı için avanaklık, saflık ile suçlayacak kadar kaba davranırlar. Halbuki Nuh Peygamber’in yeryüzünü sahiplenme geleneğini sürdürmeleri beklenmektedir.
Ad kavmi inatçı, Hz. Hud sabırlı yıllar geçer ve bölgede kuraklık, yağmursuzluk baş gösterir, insanların dizlerinin dermanı kesilir, halsizlik belirginleşir. Ve sonunda bekledikleri, özlemini duydukları bir yağmur bulutunu getireceğini sandıkları sıcak rüzgar (debür-lodos) yaladığı her şeyi kuru kemiğe çeviren azapla gelir.
Bu kendini gösterişe verenlerin bir diğer özelliği de yerli yersiz şiddet uygulayarak, mazlumlara, güçsüzlere saldırarak kendilerinde güç hisseden sosyopatlar olmalarıdır. Çünkü bugünkü teknik anlamıyla söylenirse “sosyopatlik” denilen bir ruh hastalığı ve davranış bozukluğu ta o zamanlardan görülmektedir.
Bunlar, birlikte yaşadıkları insanlardan güçlerinin yettiğine şiddet uygulamanın cezasını bir azapla ödeyerek, insanlığa bir ibret ve hikmet sembolü olarak ilahi kitaplara geçmektedir.
Belki bu bir kötülüğün bir başka kötülüğe yol açtığı, birinin diğerine yol gösterdiği anlamına da gelir. Tabii ki din bilginlerinin farklı yorumları olacaktır, ancak toplum bilimi açısından bakılırsa, Kur’an’daki ayetleri tam anlamıyla bilemesek de sosyolojik bir “tevil” ve/ya “meal” ile ele alıp insanlara güzel davranışlar esinletmesine yeltenmek gerekli ve mümkündür.
Her esin bir bilgi ile gelebileceği gibi, bazı esinlenmeler bizleri yeni bilgilere götürebilir. Yaradan’ın verdiği “lütufları ve kendi edindiğimiz “zenginlikleri” “iyi” için, yani en mutlak iyi olan “Allah için yaşatmayı esinleyerek. Tabii ki geçici yoksunluklarımızı da gönül göçkünlüğüne, depresyona, inkara dönüştürmeden emek sarf ederek.
İyilikle, esirgenmeyi dileyerek ve hayatı sadeleştirerek
Kaynak: Dr. Dursun Ayan (ASAGEM-Sosyolog) /Diyanet Aylık Dergisi Eki / Eylül 2009 / bkz: 15-18