Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz (s.a.v) Veda Haccında; “Bugün dininizi kemale erdirdim. Sizlere olan nimetlerimi tamamladım ve din olarak da sizin için İslam’ı kabul ettim” mealindeki ayet-i celile nazil olmuştur.
İslam Dininde mevcut bütün hükümler, emirler ve yasaklar, bu yüce dinin esası sayılan delillere dayanmaktadır. Bu şer’i delillere dayanmayan herhangi bir husus, dini bakımdan bir değeri haiz değildir.
Diğer deliller var ise de onlar bu esaslardan birine raci olmadığından, din alimlerimiz onları müstakil olarak göstermemişlerdir. Hac ibadetinin farziyeti de Kitap, Sünnet ve icma ile sabittir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, meal olarak şöyle buyurulmuştur:
Diğer taraftan Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v) de meal olarak:
Yine Peygamberimiz (s.a.v):
İcma’ya gelince; bütün İslam ümmeti, Haccın farz olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Dini emrin böyle olduğu görüşünde hepsi birdir. Ümmet içinde bu hususta farklı anlayışa sahip olan olmamıştır.
Hac farizası akli yönden düşünüldüğü zaman da, bu ibadetin farz kılınmasının hikmetleri kolaylıkla anlaşılır. Malumdur ki, ibadetler, kulluk vazifesini eda etmek veyahut da nimete şükretmek için farz kılınmışlardır. Bunlar akl-ı selimin lüzumlu gördüğü hususlardır.
Kulluğu izhar etmek demek, Cenab-ı Hakk’a ta’zim görevini yapmaktır. Bu durum Hac ibadetinde en güzel şekilde görülür. Zîra Hac vazifesini eda eden bir kimse; ihrama girmekle, Allah’a karşı kulluğunu izhar eder, maddî bütün zinetlerden sıyrılmış olarak Mevla’sının rahmetini ister ve Cenab-ı Hakk’a tazarruda bulunur.
Arafat’ta vakfe yapması ise adeta efendisine karşı eksikleri bulunan bir kulun pişmanlık duyguları içinde affını talep etmesi gibi, mümin de, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda O’nun Zat-ı Kibriyasına karşı huşu içinde tezellülde bulunur, O’na hamd-ü senalar ederek kusurlarının bağışlanmasını ister.
Beyt-i Muazzama’yı tavaf ise, efendisinin kapısında bulunan ve onun affını dileyen bir kul gibi, mümin de, sadece Cenab-ı Hakk’a iltica eder ve O’ndan yardım ister.
Nîmete şükretmek vazîfesine gelince;
Bilindiği gibi ibadetlerin bir kısmı bedeni, bir kısmı da malidir. Fakat Hac ibadeti ancak bedeni ve mali gücün birleştirilmesiyle yerine getirilen bir vazifedir. Bunun içindir ki;
Hem servete sahip, hem de bedenen sıhhatte olan kimselere farzdır. Bundan dolayı da Hac ibadetinde iki nevi şükretmek bahis mevzuu oluyor. Nimete şükretmek demek, o nimeti, mümin (vermiş olanın) taatında kullanmaktır.
Mesela bu ibadeti,
Nitekim Hazret-i Peygamber (s.a.v); “Mebrur haccın karşılığı ancak Cennettir” buyurdukları zaman, böyle bir haccın alametlerinin ne olduğu sorulmuş, cevap olarak;
Hacda bir bakıma belirli bir zamanda aynı gaye ile muazzam bir cemaatin belirli mekanlarda bir araya gelmeleri, büyük ve sayısız nimetlere nail olmuş peygamberlerin, sıddıkların, salihlerin güzel durumlarını göz önüne almaları bu muazzam insan cemaatinin o büyük insanlar gibi aynı düşüncelerle Cenab-ı Hakk’ın mağfiretini talep etmeleri vardır.
Bu ise, umumi bir rahmetin onları ve onlarla birlikte bütün insanları kuşatacağı Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle en büyük bir vesiledir. Zîra, dil, ırk, renk ve memleketleri başka olmasına rağmen bu mahşeri insan selinin aynı duygu ve düşüncede birleşmiş olmaları Cenab-ı Hakk’ın affına mazhariyetlerinin delillerindendir.
Bugün; bilgi, görgü artırılması ve insanların daha iyi yetiştirilmesi maksadıyla çeşitli memleketlere zaman zaman gidilmesi, bir ihtiyaç olarak hissedilmektedir. Diğer taraftan, her memleket halkı kendi memleketini tanımanın zaruretini bugün daha fazla duymaktadır.
Hac ibadeti münasebetiyle dünyanın muhtelif bölgelerinden gelen insanların birbirleriyle tanışmaları, memleketlerini tanıtmaları, bilmedikleri ülkeler hakkında çok faydalı bilgiler almaları, gerek dini ve gerekse dünyaya ait daha geniş malumat elde etmeleri bir vakıadır.
Böyle olunca;
Görülüyor ki, Hac ibadeti, sadece şekle ait birtakım görevlerin yerine getirilmesi olmayıp, onlarda mevcut hikmetleri araştırmak, başta Peygamberler olmak üzere din büyüklerinin ihlasını, Cenab-ı Hakk’a bağlılıklarını, ahlak ve davranışlarındaki güzellikleri öğrenmek; gerek servet kazanmak, gerekse söz, amel ve bütün hareketlerinde en güzei ahlak derecesine yükselmeye çalışmak; din ve dünyaya ait bilgide mümkün olan mertebelere yükselerek zümre-i ebrara (iyi insanlar topluluğuna) katılmaya hak kazanmaktır.
Bu vazîfe çok büyük ve çok ağır olduğu içindir ki, Peygamberimiz (s.a.v) Efendimiz, meal olarak;
Kaynak: Lütfi Doğan / Diyanet İlmi Dergisi / Kasım 1970