Hac, cahil ve kasıtlı kişilerin dedikleri gibi döviz kaybına bir sebep ve müslüman milletlerin Araplara çektiği bir ziyafet değil, Yüce Allah’ın Ümmet-i Muhammed’den şartlarını haiz olanlar için tertip ve emir buyurduğu afv ve mağfiret ziyafetidir.
Yine hac, asrımızın dinsizlik cereyanına kapılmış birtakım okur-yazar cahillerimizin sandığı gibi Hz Peygamber’in kabrini ziyaret etmek de değildir.
Hac, maddi bir kazanç vesilesi olarak da düşünülemez. O, sırf Allah’ın evi Ka’be’yi, yine Allah’ın emri olduğu için, kulluk ifadesi olarak yapılan bir ibadettir. Orası ne şan alma ne de şöhret kazanma yeridir. Orası, kulluk şuurunu, Hz. Peygamber’e ümmet olma ruhunu, mahşer gününü yaşama mevkiidir.
Bundan başka bir gaye ile oralara gitmek murailer ve riyakarlar işidir. Hacılık, ihtiyarlar için konulmamıştır. Müslümanın Allah’tan ayrı tek saniyesi bile olamayacağı için “haccı tutamam” endişesi çok yersiz ve manasızdır.
Şartlarını haiz olan din kardeşlerimiz mümkün olan en kısa zamanda bu farizayı ifa etmeli, milletimiz artık genç hacılar da görmelidir.
Değerli hacılarımız…
Bir zamanlar şair;
diyerek saba rüzgarlarıyla hürmet ve tazim duygularını gönderiyordu Hz. Muhammed’e… Biz ise, Allah-u Teala’nın, aramızdan seçip evini ziyarete davet ettiği, şu günlerde hareket için sabırsızlıkla bekleyen hacı adaylarımızla hürmet ve tazimimizi gönderiyor ve onlara diyoruz ki:
Tekrar evinize döndüğünüz ana kadar duanız makbuldür. Dualarınızda bize ve bütün Müslümanlara da yer veriniz.
Etrafınıza dikkatle bakın, gördüğünüz yaşlı gözler, sizi kaybettiğine ağlamıyor. Biz kendimize, kendi günahlarımıza, size bu mukaddes yolculuğunuzda arkadaşlık edemediğimize ağlıyoruz. Biz bu İlahi mağfiret mevsiminde memleketimizi o Nebiyyi Muazzam’ın huzurunda kafileler halinde uğurladığımız sizlerle temsil imkanına kavuştuğumuz için sevincimizden gözyaşı döküyoruz.
O emin beldede, o mesud çölde, o Peygamber şehri Medine’de, o Allah evi Ka’be’de, o Arafat mahşerinde dökeceğiniz gözyaşı ve yapacağınız dualarınız bereketiyle;
Alem-i İslam uyanır mı, boyumuzu aşkın günahlarımız sevaplara, madde medeniyetinin gürültüsünden bunalmış insanlık İslam’ın saadet boyasına boyanır mı diye düşünüyor ve o mesud neticeyi ümit ediyoruz da onun için gözlerimiz yaşlıdır. Yoksa sizi, Allah ve Resulünün emri uğrunda, Ka’be yolunda kaybetmek bile bizi ağlatmaz.
Zîra gittiğiniz yer anavatanınızdır. Çünkü Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’inde Peygamber Efendimizin zevcelerini “Müminlerin anası” diye tarif etmiştir. O halde Mekke, Medine, çöl müminlerin anavatanıdır. Sevilmeyen ölüm, böylesi bir anavatanda “asude hayat ülkesi” olur.
Öyleyse ne diye bizden gözyaşı bekleyeceksiniz? Gurbette olana, gurbette ölene, gurbette kalana acınır, ağlanır. Gurbette kalanlar bizleriz, siz değil. Ziyaret edeceğiniz, mukadderse mahşere dek kalacağınız o toprakları kumlarına bakıp da alelade bir çöl parçası sanmayınız.
O topraklar, insanlık aleminin kurtuluşuna, din-i mübin-i İslam’a beşiklik etmiştir. O topraklar, Hz. Adem’den sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’e kadar her Allah elçisinden Allah’a giden selamet ve saadet yolunu dinlemiştir. O topraklar, Hz. Cebrail’den vahiy, Hz. Muhammed’den Kur’an, Bilal-i Habeşi’den ezan dinlemiştir.
O topraklar, Sa’d b. Ebi Vakkas, Zeyd b. Harise, Ebu Ubeyde b. Cerrah, Amr İbnü’l As ve Halid b. Velid gibi meşhur İslâm bahadır ve kumandanlarından cihad nutukları dinlemiştir.
Allah rızası ve insanlığın irşadı için cihad eden gazilerin ayak izleri, Allah Allah sesleri, “Deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilal için” çarpışırken gaza meydanında şehadet şerbetini içen şehitlerin kanı o topraklardan, henüz silinmemiştir.
O topraklar, Hz Ammar’ların, Yasir’lerin, Sümeyye’lerin işkenceler altında inlerken söyledikleri kelime-i şahadet, kelime-i tevhid ve lafzatu’llah’ı saklamaktadır. O topraklar, nice Allah dostları aşıkların, sadıkların “Hu” nidalarına, aşk terennümlerine cevap vermiş, makes olmuştur.
Nihayet o topraklar, şanlı, İslamlığı ile namlı ecdadımız Osmanlıların devr-i saltanatına, arz-ı ihtiramına, gaza ve cihadına, medeniyet ve sanatına asırlar boyu şahid olmuştur. Hasılı o topraklar, şairin;
diye bize anlattığı topraklardır.
Aziz yolcularımız…
Yukarıdan beri tarihi kıymetini anlatmaya çalıştığımız o topraklarda birtakım eksiklikler görürseniz, tarihe, maziye, ecdada benzer aşina bir çehre bulamazsanız, biliniz ki, bu nahoş manzara, biz Müslümanların gafletinden, hatta İslam’a ihanetindendir. iman ve ihlas Müslümanı değil de nam Müslümanı, şan Müslümanı olmamızdandır.
O manzarayı ve bu sebebi yerinde tespit eden Akif’imiz;
mısralarıyla Müslümanlara durumun fecaatini anlatmaya çalışıyordu. Arkasından da;
beytiyle kurtuluş reçetesini yazıyordu. Bütün bunları düşünerek;
“Ümmet” olmak bunu gerektirir. Zîra Hz. Muhammed; “Müslümanların derdini derd edinmeyen, onlardan değildir” buyurmuş, Müslümanın maddî sınr tanımaz bir iman nuruna sahip olduğunu duyurmuştur.
Öyleyse sizler de hangi milletten, hangi ırktan ve hangi beldeden olursa olsun ayırım yapmaksızın bütün ümmet-i Muhammed için dua ediniz. Ediniz ki, “Ümmet” mefkuresinin insanlık için ne büyük bir nimet olduğunu, Berlin’de “Utanç duvarı”, Washington’da “Renk duvarı” inşa eden asrımızın medenî canilerinin gözlerim kör edercesine, kulaklarını patlatırcasına bütün dünyaya duyurmuş olasınız!..
Sizleri bu duygularla ve bu istekle uğurluyoruz. Güle güle gidiniz, bizden de sevgiler, saygılar götürünüz. Yolunuz açık, haccınız makbul ve mebrur olsun!
Kaynak: İsmail Lütfi Çakan / / Diyanet İlmi Dergisi / Kasım 1970 / bkz: 420-422