Rabbimiz her şeyi bir ölçü ve denge üzere yaratmıştır (1). İnsandan da bu dengeyi gözetmesini ve haddini bilmesini istemiştir. Her şeyin aşırısı insan için zarar ve ziyan getirir. İtidalli olmak ise insanlık kıvamını bulmaktır.
Esasında hakikat yolundaki insanın çabası da sürekli muhasebe ve murakabe içinde olarak aşırılıklarını dengelemek üzerinedir. Ruh ve beden olarak yani maddi ve manevi açılardan dengede olmak bizi bu kıvama yaklaştırır. Zira Kur’an’da “ümmeten vasatan (2)” olarak vasıflandırıyor bizi Rabbimiz.
Aşırıya gitmenin iki ucu olan ifrat ve tefritten uzak, orta yolda olan, itidalli bir ümmet olmaktır Muhammed ümmetinin en belirgin vasfı.
İnsan ölçüyü kaçırdığında, dengeyi bozduğunda, yoldan çıktığında insani vasıflarından da uzaklaşır. Bu durumda ya korkunun karanlık dehlizlerine düşer ya da umursamazlığın ve hudut tanımazlığın gafletinde kaybeder kendini. Her iki durumda da hem kendinden hem rabbinden uzaklaşır.
Rabbimiz biz kullarının her halini bilen ve görendir. O Yüceler Yücesi bir yandan bizlerin korkuları bir tarafa bırakıp O’nun sonsuz rahmetine sığınmamamızı isterken (3) diğer yandan da gaflet uykularına dalıp gitmememiz için uyarır.
Zira ancak Yüce Yaratan’a dönüp teslimiyeti kuşananlar ve Kur’an-ı Hakim’ine tabi olanlar (4) O’nun affına ve yardımına mazhar olurlar. Mümin, Allah’ın rahmetini umarak ve azabından korkarak denge haline ulaşır (5).
Mutasavvıflar kulun kalbinde her daim bulunması gereken bu denge haline havf (korku) ve reca (ümit) derler. Rabbimizin muhabbet ve rahmetinden mahrum olma korkusuyla; O’nun sonsuz rahmet ve mağfiretine nail olma ümidinin kulun kalbinde dengeli bir şekilde bulunması halidir.
Reca, ileride meydana gelecek olan, arzu edilen bir şeye karşı kalbin duyduğu ilgidir. Reca, kulun Allah Teala’nın ona lütfu ile muamele edeceğine kalben inanması, Allah’ın celalini cemal gözü ile görmesi, ahirette güzel muamele göreceğini ümit ederek Allah’ın rahmetinin genişliğini ummasıdır (6).
Hz. Peygamber (s.a.v); “Allah kulunun zannı üzeredir” buyuruyor. Rabbimizi sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olarak bilirsek bize bu zan ile muamele edeceği müjdesini veriyor Efendimiz. Ancak bunun kuru bir temenni olarak kalmaması da kişinin güzel işler yapma konusunda azimli olması ve kötülük yaptığında da bundan pişmanlık duyup tövbe etmesine bağlıdır.
Yoksa kötülük yapmaya devam edip dururken af ve mağfiret beklentisi içinde olmak sahte bir umut olmaktan öte bir anlam taşımaz (7).
İmam Gazali, reca ve havf sahibi kişiyi toprağı hazırlayıp ekmeye elverişli hale getirdikten sonra güzel bir tohum eken ve sonra da güzel ürün bekleyen bir çiftçiye, kuru avuntularla kendilerini oyalayanları ise çorak araziden ürün bekleyen ahmak kişilere benzetir (8).
Ümidini Allah’a bağlayanlara nice müjdeler verir Sevgili Peygamberimiz. Bir gazada esirler arasında küçük bir çocuk da vardır. Güneşin harareti altındaki çocuğun yanına bir kadın koşarak gelir ve feryat figan içinde bu benim çocuğumdur diyerek onu bağrına basar.
Çocuk güneşten yanmasın diye kendini ona gölge yapar. İnsanlar etrafına toplanır ve kadının çocuğuna olan sevgi ve şefkatinden dolayı duygulanıp ağlarlar. İnsanların şaşkın bakışlarıyla şahit oldukları bu olay esnasında Hz. Peygamber (s.a.v) çıkıp gelir oraya.
Durumu Hz. Peygamber’e anlattıklarında o; “Siz o annenin şefkatine şaştınız mı? Allah Teala’nın size olan rahmeti bu kadının çocuğuna olan rahmetinden fazladır (9)” buyurdular.
Sonsuz rahmetinin çok küçük bir parçasını yeryüzüne göndermiştir Rabbimiz. İşte tüm anneler ondan gelen rahmetle yavrularına şefkat gösterirler. Tüm mahlukat bu rahmet sayesinde birbirine merhamet eder. At yavrusuna basmamak endişesiyle ayağını bu rahmet sayesinde kaldırır (10).
Sufiler havfı; Allah korkusu, dünya ve ahirette Allah’a hesap verme korkusu, Allah’ın azameti karşısında kalbin titremesi şeklinde anlamışlardır (11).
Rabbimiz bizi birtakım korkularla imtihana tabi tutarken, imtihanın sırrı ise bu korkuların bertaraf edilerek yalnızca Rabbimize karşı içimizde saygıyla dolu bir korkuya dönüşmesi beklenir. Çünkü yine Kur’an’ın ifadesiyle tüm benlikleriyle Rablerine yönelen ve O’na teslim olanlar için korku ve üzüntünün olmadığı vurgulanır (12).
Buradaki korku ve üzüntü dünyevi hadiseler karşısında kişinin korkularının esiri olmaması manasınadır. Çünkü geçici olan bu dünya hayatının sıkıntıları da geçicidir. Ebedi hayata yönelik korkular bizi tedbir almaya ve sonsuz olan öte alem için hazırlıklı olmaya götürür.
Bu sebeple Allah Teala iman sahiplerinin kendisinden korkmalarını (13) buyurmaktadır. Yüce Allah Hz. Peygamber’e hitaben: “De ki; ben Rabbime isyan edersem kesinlikle büyük bir günün azabına uğrayacağımdan korkarım (14)” buyurması korkunun ahirete yönelik ameller hususunda olmasına işaret etmektedir.
Ahiret tehlikelerini düşünüp kendi helakinin sebeplerini göz önünde mevcut gören kimsede mutlaka korku ateşi meydana gelir. Bu mertebede iki marifet hasıl olur;
Yani Allah Teala’nın sıfatlarını bilen O’nun celal, kibriya, kudret ve üstünlüğünü bilen hakkıyla korkar. Hz. Peygamber’in Yüce Allah’ı herkesten daha çok bilip O’ndan daha çok korktuğunu buyurmasının manası da budur (15).
Zira “Allah’tan hakkıyla ancak alim kulları korkar (16)” Mümin kulun umudu her zaman korkusundan daha fazladır. O’nun rahmeti her şeyi kuşatmışken ve rahmeti gazabını geçmişken (17) bize düşen iyilikleri çoğaltmak ve kötülüklerden uzak durmaktır.
Kaynak: Dr. Lamia Levent Abul (DİB Diyanet İşleri Uzmanı) / Diyanet Aylık Dergisi / Ocak 2021 / bkz: 46-47
(1-Kamer Süresi 49) (2-Bakara Süresi 143) (3-Zümer Süresi 53) (4-Zümer Süresi 54-55) (5-İsra Süresi 57) (6-Kuşeyri, Risale, Dergâh Yayınları, İstanbul 2003, s. 223) (7-Kuşeyri, a.g.e., s. 224) (8-Gazali, Kimya-yı Saadet, Ataç Yayınları, İstanbul 2019, s. 591-592) (9-Buhari, Edeb, 18) (10-Buhari, Edeb, 19) (11-Kuşeyri, a.g.e., s. 216) (12-Bakara Süresi 112) (13-Al-i İmran Süresi 175) (14-Enam Süresi 15) (15-Gazali, a.g.e., s. 600-601) (16-Fatır Süresi 28) (17-Buhari, Tevhid, 55.)