İnsan, en mühim varlık! Yaratılışın, alemin, ilahi nizam ve emirlerin ancak kendisiyle mana kazandığı aziz varlık. Seven, sevilen ve sevdiren, bilen, bilemeyen, yükselen ve alçalan fani varlık.
Medeniyetler kuran ve yıkan, çağ değiştiren, iyi ve kötü amelleriyle de olsa ebedi hayatın yegane namzedi ve layikı olan varlık. Böyle bir varlığa İslam nasıl bakmış ve ne değer vermiştir?
O, insanı bugünün ilimleri ne yönden ele almışsa o yönlerden ele almış; fazla olarak onu manevi bir varlık olarak göz önünde bulundurmuş, bütün sistemini de bu esası nazar-ı itibara alarak kurmuştur.
Çağımızın bazı ilim dalları çoğu zaman insana maddi bir varlık nazarıyla bakmış, sadece bedeninin ihtiyaçlarını göz önüne almış, karnını doyurmakla, içgüdülerini bilhassa cinsi içgüdüsünü bol bol tatmin etmekle bütün meselelerinin hallolacağını zannetmiştir.
Böylece onun mutlu olacağını sanarak, ona çok ucuz bir gaye ve ideal çizmişler, daha doğrusu onu gayesiz dolaşıp içgüdülerinin emrini yerine getirmekten başka hareketi olmayan varlıklar derecesine düşürmüşlerdir.
Halbuki insanları mesut eden şeyin sadece yiyip içmek ve cinsi (bedeni) arzularının tatmini olmadığı, son zamanlarda daha iyi anlaşılmıştır. Zîra bu hesaba göre yetiştirilen -bilhassa- Batı gençliği mutluluğa erip, olgunlaşıp sakinleşmesi gerekirken, daha da çok bunalımlara düşmekten kurtulamamaktadır.
Bu sebeple onu esas mesut eden şey manevi değerler olduğu kabul edilmelidir, insan, diğer insanlarla içtimaî hayatı meydana getirir. Bu hayat fertlerin karşılıklı tesir ve nüfuz yoluyla meydana getirdikleri manevi değerler hayatıdır.
Bu hayatta insanlar -tabiatları icabı- her an çeşitli içgüdüleriyle karşı karşıya gelirler, insanoğlu bu içgüdülerin karşısına nefis terbiyesi ve kuvvetli bir irade ile dikilip de onları dizginleyebildiği müddetçe, o içgüdüler bu zengin manev hayatı temsil eden maddi semboller halini alırlar
Bunun da dışardan konulan nizamlarla ve zorlamalarla tahakkuk etmesi imkansız olduğu aşikardır. Çünkü insanları sadece harici nizamlarla idare etmenin yani vicdanlara ve idrake hükmetmenin formülü henüz keşfedilememiştir, insanlık durdukça da bulunacağa benzemez.
Bunun için de en iyi hal çaresi meseleyi insanın kendi içinde kendisine hallettirmektir. Kısacası kuvvetli bir vicdan, irade ve nefis terbiyesiyle insanı kendisine kontrol ettirmektir. Bu muazzam işi de yapabilen ve bunda muvaffak olan biricik nizam yine İslam’dır.
İslam, insanı, önce onun menşei noktasından ele almıştır. Asırlardır ilim adamlarının çözemediği bu meseleyi o kesin bir çözüme bağlarken, insanın nefis şuurunu’da ta baştan itibaren yükseltmiş ve ona mesuliyetinin, mükellefiyetinin büyüklüğünü hatırlatmıştır.
Bundan sonra Allah ona dağların kabul etmekten çekindiği emaneti teklif etmiş, o da kabul etmiştir. İşte böyle bir varlık olan insan, İslam nazarında Allah’ın yeryüzünde halifesi olup diğer bütün mahlukatın en üstünü ve en şereflisidir. Bu sebeple de onun emrine Allah bütün varlıkları vermiş ve tabiat kuvvetlerini ram etmiştir.
Binaenaleyh insanın hakim olamayacağı bir tabiat kuvveti yoktur, İslamiyette insanı ilerlemeye ve ilme teşvik eden iman noktası da burası olsa gerektir. Yalnız burada bir nokta hatırdan çıkarılmamalıdır:
İnsan yeryüzünde görülmezden çok önce kendisi için gerekli bütün şartlar ve ortam tamamen hazırlanmış ve öylece yeryüzüne gönderilmiştir. Artık binlerce yıl sürecek olan insanın macera hayatı ve imtihan devresi başlamıştır.
Halbuki insan bedeni olarak melek ve şeytandan aşağıdır; çünkü çamurdan mahluktur. Melek nurdan, şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Fakat insan isterse, bedeni arzuları, ihtirasları ve içgüdüleri kontrol altına alarak ruhi bakımdan en üstün dereceye yükselebilir.
Meleğin çamurdan yaratılmış olan insana secde etmesinin manası, bu hususa açık bir delil olsa gerektir ve Peygamberimizin Miraç’da Cebrail (a.s) dan öteye geçebilmesi bu yükselmeye bir misaldir.
Zaten bazı hususların muhtelif yerlerde aynen veya değişik tarzda tekrar edilmesi Kur’an’ın telkin metotlarından birisidir, işte bu tekrarla da insana bir husus anlatılmak ve muhtelif fırsatlarda hatırlatılmak istenmiştir:
İnsan dikkatli olmazsa şeytan gibi boş yere gurura kapılıp onun tuzağına düşebilir ve kıskançlığına kurban gidebilir. Sapıtıp dalalete düşebilir. O zaman kendisini ne ilmi, ne irfanı, ne aklı, ne fikri kurtarabilir. Tıpkı şeytana ilminin bir fayda vermediği gibi.
Hem onun ilmi insanlarınki gibi cüz’i de değildi. O vaktiyle meleklere uzun müddet hocalık etmişti. Bu sebepte Kur’an-ı Kerîm birkaç yerde insana mağrur bir eda ile yürümemesini ihtar ediyor ve ne dağlara kadar yükselebileceğini, ne de yeri yarabileceğini hatırlatarak, insanın aczini de gözü önüne seriyor; böylece ona böbürlenmenin boş ve yersizliğini anlatıyor.
Hakiki huzur ve saadetini kaybetmeden dünyasını, ahiretini berbat değil abad etmeyi öğretmiş, bunun yolunu göstermiştir, İslam’ın şeytanı, insanın açık ve en büyük düşmanı ilan etmesindeki maksadı da budur.
Böyle yapmakla da insandaki mücadele ve savaş içgüdüsünün lüzumsuz yere birikip bunalımlar hasıl etmemesini, ferde ve topluma zarar vermemesini temin etmiş, böylelikle biriken enerjinin bir kısmını kanalize etmiştir.
İslamiyet, insanı bu azılı düşmanından ve onun ayakbaşı nefsin şerrinden, bunların müşterek iğfal ve saptırmalarından korunmasının ve kurtulmanın yollarını da göstermiştir. Hatta bunu bizzat kendisi yapmıştır:
Bunun için “Namaz dinin direği, müminin mirâcıdır” buyurulmuştur. Uyularak tam yapıldığı takdirde Namaz ve oruç insanı her türlü kötülüğe karşı koruyan birer set vazifesini görürler. Dolayısıyla insanı ebedi huzur okyanusuna götüren nurlu birer ırmaktırlar.
Ş halde İslam insanı, içgüdülerinin, sonsuz ihtiras ve arzularının ezici baskısından ve boyunduruğundan kurtarmayı, OKU hürriyetine kavuşturmayı hedef edinmiştir. Böyle bir insan her şeyden evvel çelikleşmiş iradesiyle kendine tam hakim, nefsine itimadı çok fazla, nefis şuuru ve vakarı yerinde, ruhi muvazenesi mükemmel, sıhhati, maddi ve manevi gücü tam olan bir kimsedir.
O bu şekilde aynı zamanda çok önceden Allah’a vermiş olduğu kulluk vadinden de dönmemiş olur. Sonra insan yeryüzüne atılıvermiş, Cennetten çıkarıldıktan sonra hiç yüzüne bakılmamış, kimsesiz ve günah yüklü bir varlık da değildir, İslam böyle bakmaz insana, bilakis insan;
Daima kendine hidayet rehberi peygamberler ve kitaplar gönderilerek, ona en büyük manevi destek olunmuş bir varlıktır. Bu bakımdan İslam İnsanı olduğu gibi, hayattaki davranışı, tabiat ortasındaki yaşayışı ile duyguları, düşünceleri, içgüdüleri, bedeninin bütün arzu ve ihtiyaçları, ruhunun en ince duyarlıkları, temayülleri, kin ve sevgileri ile, yani faziletleri ve reziletleri, ruhunun yücelikleri, bedeninin düşüklükleri ile birlikte, bir bütün olarak kabul eder.
Onun vücudunda birbirine zıt ve düşman unsurların yan yana bulunuşu buna kafi delildir. Hatta sevginin ve imanın merkezi sayılan kalpde kin ve nefretin; akim ve düşüncenin merkezi olan kafada her türlü insani ve şeytani fikrin bir arada bulunması hatırlanırsa bu husus daha iyi anlaşılır.
Ama bu vücutta pislik var diye bağırsakları çıkarmak yersiz bir hareket olduğu gibi, insandaki kötülükleri söküp atmaya çalışmak da yersizdir. Mühim olan onların sökülüp atılamayacağını bilmek, bunun için de faziletleri geliştirip bu yolla kötülüklere set çekmek, onları körletmek ve onlara tam hakim olmak lazımdır;
İşte İslam bir binanın yapısında her çeşit taş ve tuğlanın kullanıldığı hakikatini gözden ırak tutmadığı ve bu taş-tuğlaların bir araya gelmesinden binanın ortaya çıkacağını bildiği için “insanı da bir küll olarak kabul eder. Ve bu sebeple her iki cihetin hakkını, muayyen ölçüler ve prensipler dairesinde tam olarak verir.
Şu halde İslam’ın insan telakkisi realisttir. Hıristiyanlıktaki gibi insanın kaldıramayacağı yükler yüklememiştir. Hele hele tabiatına uymayan tavsiyelerde bulunmamıştır.
Mesela Hıristiyanlık, “Sağ yanağına bir tokat vurulursa, sol yanağını da çevir” diye tavsiyede bulunur Bu, insanın yapamayacağı, realist olmayan bir tavsiyedir.
Aynı zamanda İslam, insanın, ne kötü mayadan geldiğini ve hiçbir zaman düzelmeyeceğini, ne de hiçbir zaman bozulmayacağını kabul eder. Bilakis onun her an düzelmeye ve bozulmaya müsait olduğunu bilir ve esaslarını buna göre koymuştur.
Hatta her gün kılınan beş vakit namazda bile bu mana vardır. Bütün bunları göz önünde bulundurduğu için İslam insanın günah işleyebileceğini hesaba katarak ceza ve af müessesesi kurmuştur. Bu sebeple günahı da, sevabı da, cezayı da, mükafatı da, af, rahmet ve şefkati de insan için koymuştur.
Huzura çıkmaya imkan da kalmaz. Şu halde insan iyi ve kötü cevhere müştereken ve aynı anda sahiptir. Bu da onun sevap ve günah işlemeye ne kadar müsait olduğunu gösterir.
Kur’an’da Allah’ın insana şah damarından daha yalan olduğu ve ondan ancak imansızların ümit keseceği haber veriliyor, öyleyse insanın en dar ve ümitsiz anında ona yepyeni bir ümit kapısı açan, onun elinden tutan o Yüce ‘Allah’tır.
Bu yüce inanıştır. İşte insanı hayata bağlayan, ona hayatı sevdiren, bütün meşakkatlerine rağmen intihardan alıkoyan bu imanın kaybolduğu, bu bağın koptuğu anda insan kendi hayatına kendi eliyle son verir ki İslam bu hareketi haram kılmıştır.
Sadece yasaklamakla kalmamış, önleyici tedbirler alarak intihara iten maddi ve manevi amilleri ortadan kaldırmıştır. Bunun içindir bilhassa İslam ülkelerinde intiharların az oluşu. imanın daha kuvvetli olduğu eski devirlerde daha da azdı.
Hatta bu hususu meşhur sosyolog Durkheim “intiharlar” adlı meşhur araştırmasıyla ilmen tespit etmiştir. İşte aynı inançtır, insanı esir değil hür kılan, kula kul olmaktan kurtaran, alnı açık gezdiren, kendisini esaret altına almak isteyene karşı kafa tutturup isyan ettiren…
Allah insanı iki yol ağzında serbest bırakmış. Onu her an imtihana tabi tuttuğunu hatırlatmış, onu bu iki yoldan birini seçmekte muhtar kılmış, isabetli ve doğru bir seçim yapabilmesi için de bilme, duyma ve hakikati arayıp bulmak güçlerini vermiştir. Yoksa iradesini elinden alıp da mesuliyet yüklememiş ve cezalandırma yoluna gitmemiştir.
Görülüyor ki İslam insanı menşeiyle birlikte fert olarak ele almış, onun bütün psikolojik, zihni, maddi ihtiyaçlarını nazara almış, onu ruh asaleti içinde bozulmadan temiz tutabilmek için gereken tedbirleri almış, onun için yaşama ortamı hazırlamış, onun ancak bu cemiyette (ortamda) bozulmadan kendisini muhafaza edebileceği hakikati üzerinde titremiştir.
Artık bu andan itibaren insanın içtimai (sosyal) hayatı, davranışı ve vazifeleri ortaya çıkar ki bu husus insanın İslam’daki sosyal yahut sosyolojik cephesini teşkil eder. Bu da ayrı bir araştırma ve kitap mevzuudur. Yalnız İslam’ın insana çalışmayı emrettiği, atalet, miskinlik, bedavacılık ve hazıra konuculuğu merdut saydığı hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır.
İnsana yeni bir değer ve mana kazandırmak gerektiği ve onu yeni baştan usta ve imanlı ellerde inşa etmenin zarureti gün gibi hakikat. Aksi halde hiçbir sistem bu milleti kurtaramaz. Onun için önce insan… diyoruz. İşte İslam, işte onun insanı…
Kaynak: Süleyman Hayri Bolay / Diyanet İlmi Dergisi / Kasım 1970 / bkz: 411-414