Kur’an-ı Kerim Allah’ın Sözü ve Kelamıdır
İnsan ve kainat kimin eseriyse, Kur’an da ancak O’nun eseridir. Zira Kur’an-ı Kerim hem insanı insana tanıtmak da hem de varlık kitabını tefsir etmektedir.
Şöyle ki; Kur’an bir taraftan insanı bütün zaaf ve faziletleriyle, diğer taraftan da kainatı bütün sır ve incelikleriyle okumaktadır ki, kainatın bütününde tasarruf edemeyen bir Zat’ın öyle bir söz söylemesi mümkün değildir. Bu girişten sonra Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın kelamı olduğunu maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz
1-) Her şeyden önce Kur’an, yeryüzünü şereflendirdiği ilk dönemde, hem ruhlarda, hem akıllarda, hem de gönüllerde tasavvuru imkansız öyle bir tesir icra etmiştir ki, onun o ışıktan atmosferinde, yeniden hayata uyanan nesillerin mükemmelliği, onun hakkında başka bir delil / mucizeye ihtiyaç bırakmayacak ölçüde bir harikadır ve bu insanların düşünce ufukları, kulluk esrarına, vukufları ve marifetleri açısından benzerlerini göstermek de mümkün değildir. Gerçek şu ki;
- Kur’an o çağda “sahabe” unvanıyla öyle bir nesil yetiştirmiştir ki, bu nesil meleklerle eş değerdir denilse mubalağa edilmiş olmaz
2-) Acaba şimdiye kadar okumuşu-okumamışı, ilk mekteplisi-üniversitelisi, avamı mütefekkiri, çobanı, bilim adamı, ile her tabaka ve her seviyedeki insanın kapasitesi ölçüsünde hissesini alıp anlayacağı bir kitap yazılmış mıdır?
- Cevap: Hayır! Şairin, musikişinasın, iktisatçı ve hukukçunun, idareci ve içtimaiyatçının, eğitimci ve öğreticinin, fikir ve zikir yolu mensubunun okuyup istifade edeceği, yol ve mesleğine düstur, meselesine çözüm, sıkıntılarına şifa bulduğu yegane kitap sadece Kur’an’dır.
3-) Kur’an dışında usanmadan defalarca okunabilen kitap belki hiç yoktur. Bu Kitaptır ki çeşitli vesilelerle devamlı okunur, hatmedilir ama hiçbir zaman usanç ve bıkkınlık vermez.
4-) İnsan hayatını maddi- manevi bütün yönleriyle kucaklayan Kur’an’ın bir beşer kelamı olamayacağı açıktır. Her asırda her türlü şartlar altında ve her seviyedeki insanın müşkillerini çözecek külli prensipler ortaya koymak, hiç bir zaman bir insanın dahilinde olamaz. Diğer bir ifadeyle bir beşerin zihninden çıkan prensipler, asırlarca kıtalara huzur ve saadet veremez.
Servetin sadece zenginler elinde dönüp dolaşan bir devlet olmamasını (Haşr Süresi’7), İnsan için kendi gayret ve emeğinden başka bir şeyin olmadığını (Necm Süresi’39), Emanet ve vazifelerin ehline verilmesini ve adaletle hükmedilmesi gerektiğini (Nisa Süresi’58), Bir nefsi öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi olduğunu (Maide Süresi’32) temel ve ölümsüz kaideler olarak yerleştiren bu Kitaptır.
Fert, aile ve cemiyet için birer öldürücü zehir olan, faiz, kumar, içki ve fuhşun her çeşidini, yalan, iftira, lüks ve israfın her türlüsünü yasaklayan bu Kitaptır.
5-) Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun bir delili ise şudur:
- Eserlerinde manzara tasvirinde bulunan herhangi bir yazar daha çok, iklimi, bitki örtüsünü ve tabii şekilleriyle, yaşadığı veya gezip gördüğü çevreyi anlatır. Halbuki Kur’an da çöl ve çöl hayatının tasvirinden çok, çoşkun akan nehirlerden, yemyeşil manzaralardan, toprağa can katan yağmur yüklü bulutlardan, bağ ve bahçelerden, dağlardan ve denizlerden bahisler açıldığını görürüz.
6-) Kur’an’ın nazil olduğu devirde şiir fevkalade gelişmişti ve Hz Muhammed (s.a.v) aralarında büyümüş olmasına rağmen herkesin bildiği bir vakia olarak ne şiirle, ne seci ile ne de nesirle uğraşmıştı. Kur’an’ın sırlı ve i’cazlı ifadeleri ne şiire benziyordu ne de o devirde insanların ilgi gösterdikleri konulara.
Bu yüzden “şiir desek şiir değil, seci desek seci değil, kahin sözü desek o da değil, cinnet eserine zaten benzemiyor, en iyisi sihirdir, kulakalarınızı tıkayın, yoksa çarpılırsınız diyelim” şeklinde kendilerince karşı koymaya çalışıyorlardı.(Müşriklerin ithamlarını dile getiren ayetler için Enbiya Süresi’5; Saffat Süresi’36; Sad Süresi’4; Zariyat Süresi’52)
Onun çağlara ışık tutan mesajlarına karşı, bugünün inkärcıları da, es- kilerden tevarüs ettikleri muaraza ruhunun yanında, onca demagoji, di- yalektik ve karşı çıkma taktiklerine rağmen acz ve öfke içinde yutkunup durmaktan başka bir şeye muvaffak olamamışlardır. Zaman değişip dur- muş, asırlar başkalaşmış, teläkkiler farklılaşmış, mücadele hissi daha bir hararetlenmiş ama, Kur’ân, bunca muaız ve muaraza yolları karşısında hálá o müessir haliyle baş döndürmektedir.
7-) Kur’an’ın Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) bir eseri olamayacağına bir de şu açıdan bakalım: Bir yazar, eserini daha çok his ve zihin konsantrasyonunun tam sağlandığı anlarda yazar ve kendisi- ni üzüntüye veya sevince sevk eden hådiselerden de bahsetmemezlik edemez. Diğer bir ifadeyle, bir yazaın ruhunda ve kalbinde derin etkiler bırakan hadiselerden tecerrüt ederek bir şeyler yazması öyle kolay kolay mümkün değildir.
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem), çileler, ıstıraplar ve mücade- lelerle dolu hayatı içinde; bir yandan müstesna cemaatini yetiştirirken, di- ğer yandan, dışa karşı amansız bir mücadele vermekteydi. Durum bu iken, Kur’an’da ne O’nun çektiği acılarla alakalı bir ayet, ne de eşinin ve çocuk- larının vefat ve hayatıyla ilgili bir ayet görürüz. Öyleyse, bu kitap O’na ait değildir. O sadece bir vasıtadır ve Kur’an’ı geldiği şekliyle tebliğ etmiştir.
8- ) Acaba hangi yazar, eserinde, kendi lehine görünmeyen sözlere yer verir? Mesela. Kur’an’da Tebuk Gazvesinden geri kalanlardan ötürü “Hay Allah affedesi Nebi, doğrular Sana belli olup, yalancıları bilmeden once niçin onlara izin verdin?”” ikazında bulunulmaktadır. Ve bu husus- ta bir başka misal: Allah Resulü, belini büken, kendisini ıstıraptan ıstıraba sürükleyen ifk (iftira) olayı karşısında tam bir ay beklemişti. Münafıkların, eşine attıkları iftira karşısında -muhal farz- eğer o Kur’ân’ı kendi yazmış olsaydı, hakikati ortaya koymak ve namusu üzerinde en ufak bir lekenin olmadığını ilan etmek için bir ay bekler miydi? Yani, bir insanın kendi yaz- dığı kitaba alması mümkün görünmeyen beyan ve ifadelere yer verilmek- tedir. Bu demektir ki, Kur’ân hiçbir zaman Hz. Muhammed’in değil, mut- lak surette Allah’ın kelamıdır.
Sözün özü Kur’ân’ın, kendisini “Sen bundan önce ne bir kitap/yazı okur, ne de elinle onu yazardın…” (Ankebut süresi, 29/48) şeklinde tanit- tığı okuma ve yazması olmayan o Zát, ‘Haydi el ele verin de, fazla değil, Kur’ân’ın sürelerinden tek bir sürenin mislini getirin!” diyerek o günün okuyup yazmışlarından bu günün en büyük bilgin ve ediplerine kadar meydan okumaktadır. O’nun kendinden gayet emin bir şekilde böyle bir meydan okuyabilmesi bile, Kur’an’ın o ümmî Zât’ın değil de, Allah’ın kelâmı olduğuna yeterli bir delil ve şahid değil midir?
Kaynak: Akademi Araştırma Heyeti / Bir Müslümanın Yol Haritası / Sayfa: 112-117