Tevhid; inanç, düşünce ve eylemde yalnızca bir tek yaratıcının, yüce Allah’ın varlığını ve birliğini merkeze almaktır.. Buna göre;
Cenab-ı Hak, zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tektir. O’nun eşi, benzeri ve ortağı yoktur. İnsanlık tarihi boyunca bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri inanç sistemi hiç şüphesiz tevhittir. Nitekim Cenab-ı Hak bu hakikati Kur’an-ı Kerimde şöyle ifade etmiştir:
Bu anlamda Hz. Adem’den bu yana bütün peygamberler, bu gerçeğin rehberliğini yapmış; tevhid inancının en güzel örnekleri olmuşlardır.
Tarihî süreç içerisinde zaman zaman vahyin ve nübüvvetin rehberliğinden uzaklaşan insanlar, yüce bir yaratıcının varlığını kabul etmelerine rağmen O’nun insanlarla doğrudan iletişim kuramayacağı zannıyla, O’na ancak birtakım aracılar sayesinde ulaşılabilecekleri vehmine kapılmışlardır.
Yüce Allah’ın zatına ve kainatla ilişkisine dair batıl ve mesnetsiz anlayışlar türeterek yaratıcıyla irtibatlarında aracı kabul ettikleri sahte ilahlara inanmaya ve hatta tapınmaya başlamışlardır. Nitekim Yüce Allah;
ayetiyle bu iğreti durumun varlığına işaret etmiştir. Kur’an’ın ifadesiyle, Halık ile mahluku bir tutan bu yaklaşım, büyük bir haksızlık ve zulümdür (3).
Dolayısıyla zihinsel yozlaşmanın bir yansıması olarak insanların adaletten ve hakkaniyetten uzaklaştığı ve şirke düştüğü her dönemde, vahyin ve nübüvvetin rehberliğine yeniden ihtiyaç duyulmuştur.
Bu bağlamda insanlığın tevhid, adalet ve merhametten uzaklaştığı bir cahiliye asrında Yüce Rabbimiz, insanlığa rahmetinin en somut tezahürü olarak ilahi vahyin son ve evrensel temsilcisi Peygamber Efendimizle (s.a.v) Kur’an’ı Kerim’i göndermiştir.
Kur’an’ın rehberliğinde insanlığa en güzel örnek olan Hz. Peygamber (s.a.v), şirkin ve günahların karanlık dehlizlerinde yolunu ve yönünü kaybeden bir kitleden tevhidin ve vahdetin sembolü; adalet, hakkaniyet ve merhametin timsali erdemli bir toplum inşa etmiştir.
Bu bağlamda, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, tevhidi izah ve inşa ederken şirkin anlamsızlığını ve tutarsızlığını da açıkça ortaya koymaktadır. Uluhiyetin yalnızca Allah’a ait olduğunu haykıran ilahi mesaj, yaratıcıya, yaratılışa, hayata ve ötesine dair sahih bir din tasavvuru ve sarsılmaz bir inanç ortaya koymaktadır.
Bir yandan en güzel isimlerle Allah’ın ne olduğunu anlatırken diğer yandan da selbi sıfatlarla O’nun ne olmadığını insanlığa öğretmektedir. Bu yaklaşım, cahiliye toplumunun batıl tanrılara yüklediği izafi anlamların buharlaşmasını ve tevhid düşüncesinin zihinlerde berraklaşmasını sağlamaktadır.
Kur’an-ı Kerim, cahiliye toplumunda yaygın bir durum olan şirk inancına karşı muhataplarının algı kapasitelerine uygun izahlar ve örnekler getirmiş, onların anlayışlarına göre hayatın içinden deliller göstermiştir.
Örneğin;
Tabiatın yaratılışı ve insan hayatının devamına elverişli hale getirilmesinin hangi varlık tarafından gerçekleştirildiği; dehşetli bir olaya maruz kalan birinin kimden yardım istediği gibi sorular yönelterek esasen şirkin fıtrata ve hakikate aykırı bir saplantı ve psikolojik bir dejenerasyon olduğunu vurgulamıştır.
ayetiyle ön plana çıkan söz konusu hatırlatma bu noktada önem arz etmektedir. Nitekim zikredilen çağrı, Hz. İbrahim (a.s) üzerinden ortaya konduğunda daha da etkili hâle gelmektedir.
Kur’an’da, tevhidi tanımaya yönelik önemli bir yaklaşım tarzı da kişinin rabbini tanıyıp O’na güvenmesini ve bağlanmasını temin eden tefekkürdür. Haddizatında insanın ve kainatın yaratılışı, sahte ilahların bu konudaki etkisizliği ve kainattaki eşsiz nizam üzerinden yüce Allah’ın birliğinin ve kudretinin gözler önüne serilmesi, delilsiz ve mesnetsiz şirk inanışı karşısında tevhidin muhkem bir inanç sistemi olduğunu açıkça göstermektedir.
Kur’an, insana, rububiyet kavramı ile varlık üzerindeki tek idarecinin Allah olduğunu hatırlatmaktadır. Bu açıdan yaratma, rızık verme, hidayete/dalalete sevk etme, öldürme, diriltme gibi vasıfların, rububiyetin bir gereği olarak bir ve tek olan Allah’a ait olduğunu vurgulamakta ve O’nun bütün alemlerin Rabbi olduğu gerçeğine işaret etmektedir.
Bununla birlikte;
Bu durum ubudiyette tevhidin bir gereğidir. Dolayısıyla, inanç ve düşüncede tevhidin bir tezahürü olarak itaatin, ibadetin, duanın ve büsbütün kulluğun yalnızca Allah’a hasredilmesi İslam inancının temel noktasını oluşturmaktadır.
Diğer taraftan, İslam’ın en temel değerlerinden olan vahdet ilkesinin hayat bulması da yine tevhidin gereklerinin yerine getirilmesine bağlanmaktadır
Nitekim;
ayeti, indi ve izafi bir yaklaşım olan şirk düşüncesini vahdetin önündeki engel olarak betimlemektedir. Bu yönüyle şirk; inanış olarak kişisel tanrıları/çıkarları öncelemekle sosyal adaletsizliği tetiklemekte ve nihayetinde toplumda haksızlık ve zulmün baş göstermesine sebep olmaktadır.
Buna mukabil;
Tevhid inancı, insanın her zaman ihtiyaç duyduğu güven duygusunu da temin eden en gerçekçi değerdir. Bütün mahlukat üzerinde mutlak bir otoriteye ve kudrete sahip olan tek Allah’a inanan bir insan, O’na teslimiyetin getirdiği güven duygusuyla huzur ve sekinet içinde yaşamaya muvaffak olacaktır.
Bu itibarla, bunalımlar çağında fıtratına yabancılaşan insan, bu kaotik durumdan kurtulmak ve kendisini, kainatı ve rabbini gerçek manada tanımak için hayata sekinet ve nizam veren tevhid inancını kuşanmaya muhtaçtır.
Tevhidin hakikatini öğrenme, bireysel ve sosyal tezahürlerini algılama, anlama ve yaşama noktasında ise tek seçenek Kur’an’ın ve Peygamber Efendimizin rehberliğidir. Bu gerçekleştiğinde ise tevhid ve adalet esaslı bir bakış hayata yön verecek; yeryüzünde yeniden iyilik ve güzellikler egemen olacaktır.
Kaynak: Prod. Dr. Ali Erbaş (Diyanet İşleri Başkanı) / Diyanet Aylık Dergisi / Ocak 2021
(1-Enbiya Süresi 25) (2-Yusuf Süresi 106) (3-Lokman Süresi 13) (4-Nahl Süresi 123) (5-Rum Süresi 31-32)