Lat, Menat ve Uzza’nın, gölgelerinin kendilerinden daha büyük olduğu zamanlardı… Güneşin yaktığı ama aydınlatmadığı, Muhammed’ü-l Emin’e göklerden haberlerin gelmeye başladığı, kimsenin ona inanmadığı, onun sadık bir dosta her şeyden çok ihtiyacının olduğu zamanlardı…
Hal böyleyken, herkes onu yalanlarken, biri tereddüt etmeden ona inandı, iman etti. Peygamber’in (s.a.v) getirdiği her şey baş göz üstüne dedi, kabul etti. Şeksiz, şüphesiz bir kabullenişti onunki; katıksız, saf bir imanın eseriydi.
O, elçinin Rabbinden vahiy aldığına iman etmişti, bir gecede Mescid-i Aksa’ya gitmek neydi ki?
İmanını sınarcasına bütün gözler üzerine kilitlendiği vakit, cevabıyla sadakat timsali bir dost olduğunu bir kez daha ispat etti. Kim ne derse desin, o söylüyorsa doğru idi.
Gösterdiği bu sadakat ile onun namı, adının önüne geçti ve Peygamber’in (s.a.v) çok samimi, çok sadık dostu, “Ebu Bekir Sıddık” olarak bilindi. Hz. Ebu Bekir, sevincini peygamberinin sevincine kattı, hüznünü hüznüne. Nebi’nin (s.a.v) belini büken yükü onun da yükü; derdi onun da derdi idi. Aynı yolda yoldaş, aynı halde idiler.
Peygamber’in dostu, sadece canını değil, malını da bu yolda ortaya koydu. Zalim efendilerinin türlü cefaları altında inleyen Müslümanlar, onun sayesinde özgürlüklerine kavuştu. Bilal’e, Hamame’ye, Amir b. Füheyre’ye, İslam’ın henüz başında bu yola gönül veren samimi Müslümanlara yeni bir hayat sundu.
İnfak konusunda kendisiyle yarışan Hz. Ömer’i gıpta ettirecek kadar eli açık idi. Bir defasında, servetinin tamamını infak ederek, Rasulullah’ın, ailene ne bıraktın sorusuna; “Allah ve Rasulü’nü” cevabını vermiş ve bu cevabıyla Hz. Ömer’i geride bırakmıştı.
Sadece cömertlik mi?
Sadakat, samimiyet, fedakarlık, tevazu, takva… Her bir güzel vasıf, onun şahsında kendine bir yer bulmuştu. Her güzel amelin öznesi o idi. Failini arayan her hayırlı fiilin yolu ona çıkıyordu.
Peygamber’in (s.a.v) “Kim?” diye sorup da olumlu cevap aradığı her soruya, o cevap veriyordu: “Ben”
Bunun üzerine Allah Resulü, dostu Ebu Bekir’i şu sözlerle müjdeledi: Bu hasletler kimde bulunursa o, mutlaka cennete girer.
Sadık dostun adımları hep peygamberini izledi. Sıcak bir öğle vakti kapısı çalındığında anladı ki Mekke’den Medine’ye, kutlu yolculukta Nebi’ye yol arkadaşlığı edecekti. Yola revan olduklarında, bütün gece peygamberi ile yürüyen o idi.
Gündüz olup karşılarına kocaman bir kaya çıktığında, Nebi ile birlikte onun gölgesine sığınıp serinleyen o idi.
Peygamberini dinlenmesi için ikna edip, bu sırada oradaki bir çobandan biraz süt isteyen, sütü soğutmak için kırbasındaki su ile karıştıran, ikram etmek için peygamberini uyandırmaya kıyamayıp da başucunda uyanmasını bekleyen o idi.
Korku içerisinde, Ya Resulüllah, yakalandık dediğinde, Peygamber’in (s.a.v); Üzülme, Allah bizimle diyerek cesaret verdiği o idi.
Hicrette, Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te her anında peygamberin vefalı dostu hep o idi. Vefatının yaklaştığı zamanlarda Allah Resulü;
Allah bir kulu, dünya ile kendi katındakiler arasında muhayyer kıldı ve kul, Allah katındakileri tercih etti dediğinde, orada bulunanlardan sadece Hz. Ebu Bekir ayrılık vaktinin yaklaştığını anlamış ve gözyaşlarına hakim olamamıştı
Nebi (s.a.v), son zamanlarını yaşarken, kendisinin yerine ashabına namaz kıldırması için onun adını vermiş, mihrabını ona emanet etmişti.
Bu son vazife, ancak hayatının her anında Peygamberin (s.a.v) en yakınında olan can dostuna, Ebu Bekir Sıddık’a nasip olabilirdi…
Kaynak: Rukiye Aydoğdu (Diyanet İşleri Uzmanı) / Diyanet Aile Dergisi / Şubat 2015 / bkz: 40-41