Bu prensibe davetle insanlığın; putlara ve mahluka değil, Halikına kul olmalarını istiyordu.
Allah’a ubudiyetin manası: O’nun bütün varlığın tek yaratıcısı, akıllara hayranlık veren kainat nizamının yegane tanzim edicisi olduğunu kabul ile O’na teslim olmak, emirlerine itaat edip yasaklarından sakınmaktır.
Bu ölçüye hayatın her safhasında, her yerde ve her zaman riayet etmektir. Allah’ın emir ve yasakları, hayatımızın her bölümünü kuşatmıştır. Mesela; evde, okulda, caddede, gecede, gündüzde, işte, dinlenmede, konuşurken, dinlerken, yatarken, kalkarken hep O’nun rızasını gözeteceğiz. Yolumuzu bu iman çizecektir.
İşte hususi ve umumi hayatımız için yüce Allah’ın emri:
Mümin ubudiyetin manasını idrak edince, hürriyetin de gerçek manasını anlayacaktır. Hakiki hürriyetin Allah’a teslimiyette, izzet ve şerefin bu yolda olduğunu, Allah’a ubudiyeti bırakınca da zillet ve horluğun bataklığına yuvarlanacağını idrak edecektir.
İşte İlahi ölçü:
1- Davasında zafere götüren sebeplerden birincisi, Resul-i Ekrem Efendimizin çok ibadet etmesidir. O kadar ibadet ediyordu ki mübarek ayaklarının şiştiği görülüyordu. “Niçin geceleri bu kadar ibadet ederek ayaklarını şişirip, vücuduna eziyet ettiğini” sorunca, “Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?” diye cevap vermiştir.
Hak Davetçisi’nin çok ibadet etmesi, namaz kılması, Allah’ı yadetmesi gerekmektedir. Hakk’a davet edenin ibadeti, Hakk’a davet edilenin ibadeti gibi olmamalıdır. Hak Davetçisi, dışına taşacak kadar dolu olmalıdır. Zîra kap dolu olmalı ki dışarıya sızdırsın, boş kap dışına nasıl sızar?
2- Muhataplarını yüksek bir tefekküre sevketmesi: Resulullah, insanlığı Hakk’a davet ederken hikmete ve mantığa uygun konuşurdu. Ashabı ile konuşurken düşünüp taşınmadan ölçüsüz konuştuğu asla görülmemiştir. Nitekim ayet-i kerimeler de O’nun böyle hareket etmesi emrediliyordu:
İnsan hatırına gelebilen sualleri düşündürür, onlar sormadıkları halde kendisi cevabını verirdi. Nitekim bir gün şöyle buyurdu:
Kendisine arzolunan her meseleye —basit de olsa— değer verir, tefekkür süzgecinden geçirirdi. Sebeplere yapışmayı asla ihmal etmezdi. Önce sebeplere yapışır, sonra Allah’a tevekkül ederdi. Bununla beraber sebeplere yapışmasaydı, davasında ve hayatında yine muvaffak olurdu.
Fakat böyle yapmadı. Zîra O, biliyordu ki arkasında, yolunu takip edecek ümmeti vardı. Onlara apaçık bir yol çizmeliydi. Nitekim Hicrette her türlü çareye başvurup, tedbirleri aldığını ve mağarada üç gün gizlendiğini görüyoruz.
Evet gizlenmek de bir çaredir. Rasulullah bize bunu her işimizde mutlaka tedbirli ve düşünceli hareket etmemizi göstermek için yapmıştır. Zîra O, gizlenmeden, alenen hicret etseydi yine kurtulacağını biliyordu! Çünkü Yüce Mevla O’nu şu ayetiyle tatmin ve teyid etmişti:
Resulullah Efendimiz, Müslümanların takip edeceği, beşer düşünce ve takatine uygun açık bir hayat programı çizmiştir. Bu yol, emniyetli yoldur, başarıya götüren yoldur.
3- Hakk’a davette kullandığı dilin üslûbu: Hakikatları kalblere hoş gelecek şekilde takdim ederdi. Böylece insanları cehalet uykusundan uyarırdı. Çok defa ahiret işlerini dünya işlerine teşbih yaparak anlatırdı.
Şu hadis-i şeriflerde olduğu gibi:
Keza maddi eşya ile manevi eşya arasında da teşbih üslubunu kullanmıştır. Nitekim bir gün Ashabına, insan, ecel ve emel (arzu) mevzularını şöyle anlatmıştır. Abdullah b. Mes’ud (r.a) rivayet etmektedir:
Bir gün Nebî (s.a.v) (toprak ve kum üzerine değnekle) bir dörtgen çizdi. Sonra dörtgenin ortasından başlayıp dörtgenin dışına uzanan bir çizgi çizdi. Sonra bu çizginin ortasından itibaren bu ortadaki çizgiye istinad eden birtakım küçük çizgiler çizdi. Sonra Resul-i Ekrem (s.a.v);
Ashabı ile beraber ister evinde, ister yolda, ister mezarlıkta ve hatta kırda olsun Evine birisi gelse onunla konuşur veya öğrettiği hadisle onu faydaIandırırdı.
İbn-i Abbas (r.a) Hz. Ömer’in şöyle dediğini rivayet etmektedir:
“Resulullahın evine girdik, hasır üzerinde yatıyordu. Oturdum, baktım üzerinde sade bir gömleği vardı. Vücudunda hasırın izleri görülüyordu. Ağlamaya başladım. ‘Niçin ağlıyorsun ya Ömer?’ dedi. ‘Niçin ağlamayayım ya Resulullah Kisra ve Kayser lüks ve konfor içinde yaşadıkları halde, siz Allah’ın en has kulu ve Peygamberi, vücudunuzda hasır izleri görülüyor’ dedim.
Resulullah (s.a.v) Semud kavminin diyarından geçerken, onların hallerini, hatıralarını, zulmü ve zalimleri yadetti ve;
Mekke’nin fethi esnasında Ebu Süfyan’a yaptığı muamele bunun bir örneğidir. Peygamber Efendimiz biliyordu ki Ebu Süfyan, şöhrete düşkün, mağrur bir insandı. Ebu Süfyan’ı İslâm’a kazanmak için Resulullah Efendimiz ona bir paye verdi. “Mescide giren, emniyettedir. Ebu Süfyan’ın evine giren emniyettedir” diye ilan ettiler.
Telkin üslûbu olarak da daima kolaylaştırma ve müjdeleme metodunu takip ederdi. Zorlaştırma ve nefret ettirme metodunu tasvip etmezdi. Nitekim, “Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin”buyurmuşlardır.
Peygamber Efendimizin bu metoda riayeti ayet-i kerimede şöyle ifade edilmektedir:
Meselâ Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken; “Onları şahadete davet et. Eğer kabul ederlerse namaza davet et. Eğer onu da kabul ederlerse zekata davet et” buyurmuşlardı.
Bu sebeple Peygamber Efendimiz, Peygamberliğinin ilk günlerinde putları kırmamıştır. Onbeş yıl bekledikten sonra İslam imanı gönüllere yerleşmiş, Mekke fethedilmiş, bu esnada da bütün putlar yıkılmış ve yok olmuştu.
4- Devamlı iş ve hareket halinde olması: Allah’a davetten asla geri kalmazdı. Ferdleri, toplulukları ve kabileleri dolaşır, onları Hakk’a davet ederdi. Mevsim dolayısiyle dışarıdan gelenlerle münasip bir fırsat bulup görüşürdü. Onlara İslam’ı anlatarak, “Bunları kavminize götürüp söyleyin, zira Kureyş, Rabbimin kelamını tebliğ etmeme mani oluyor” buyururdu.
Yarım asrı geçmeyen bir ömre ve gayrete rağmen işte bu hareket ve bu faaliyetle gönüller kazanıldı. Zîra Peygamber yılmadı, usanmadı, ye’se düşmedi, ümitsizliğe kapılmadı. Bu hareket ve davranış hicreti doğurdu. Medine’lilerin İslam’a gelmesini hazırladı. Zafer onların elinde meydana geldi.
Medine’de bu zemini hazırlayanlar ise başlangıçta sadece altı kişidir. Evet onlar, “Biz azız” demediler. “Hizmete memuruz” dediler. Neticeyi Allah’tan beklediler. Evet, sadece bu altı kişi hicrete ve İslam’ın yayılışına ve ondan sonraki zaferlere anahtar oldular.
5- Sabır ve sebatı: Peygamber Efendimiz ciddi bir sabra, azimli bir sebata sahipti. Hakkındaki dedikodulara aldırış etmedi. Hakkında söylenen şair, sihirbaz, mecnun gibi çirkin sözler için üzülmedi.
Azabın ve işkencenin her çeşidini tattı, fakat eğilmedi. Azmini kaybetmedi. Her türlü mahrumiyete, meşakkate ve ezaya sabretti.
Mesela amcası Ebu Leheb, evinin önüne taş, diken vs. döktürür, pis şeyler attırırdı Bir defasında da Ukbe b. Ebi Mait, Resulullah’ı secdede gördü ve devenin doğumundan sonra gelen “eş” denilen çirkin bir parçayı sırtına attı, kızı Fatıma yetişerek o pis şeyi Allah Resulunun sırtından aldı.
Yine aynı adam, Peygamberimiz’i mescidde namaz kılarken gördü ve elbisesini boğazına toplayarak sıkmaya başladı. Hz. Ebu Bekir (r.a) yetişerek, “Rabbim Allah’tır diyen insanı öldürecek misiniz?” diyerek elinden kurtardı.
Ebu Cehil de Peygamberimizi secdede görünce eline büyük bir taş alarak, basma indirmek üzere gelirken içi korkuyla doldu, elindeki taşı derhal attı ve titreyerek evine döndü
Evet, Resulullah bütün bunlara sabır ve tahammül etti. Amcası Ebu Talib’e yapılan müracaatları reddetti:
Fakat bu iddiasından vazgeçsin, tanrılarımıza dil uzatmasın! Bu teklifler O’nu davasından vazgeçirmedi. Bilakis onların ve bütün zamanın kulaklarında ebediyen yaşayacak, iman pınarlarından dökülen şu sözü söyledi:
6- Fikir ve prensipleri; canlı, parlak ve mücessem hale getirmesi: Peygamber Efendimiz, Ashabını İslam’ın yaşanan mücessem şekli haline getirmişti. Her biri sanki yürüyen Kur’an, konuşan İslam’dı.
Onlarda fikirler aksiyon olmuş, iman; yaşanan hayat, takip edilen yol (emel) haline gelmişti. Onları gören İslam’ı görüyor, yepyeni bir ahlak, fazilet ve medeniyet örneği görüyor ve kopmaz bağlarla bağlanıyorlardı.
Evet Peygamber Efendimiz, tatbikata intikal etmeyen fikir ve prensiplerin fayda vermeyeceğini bildiğinden İslam’ı yaşayan insan yetiştirmiş ve etrafa bu insanları göndermiştir. Onların imanını amele çevirmiş, Kur’an nüshaları tabettirmiş, ancak kitap yapraklarına mürekkeple değil gönül yapraklarına nur ile hak etmiştir.
Kaynak: Diyanet İlmi Dergisi / Kasım 1970 / bkz: 389-395
(1-Bakara: 248) (2-Münafikun:8) (3-Nahl: 125) (4-Yusuf: 148) (5-Maide:67) (6-Al-i İmran: 159 )