“Ey iman edenler… Sizden evvelki ümmetlere oruç farz kılındığı gibi, size de farz kılındı; ta ki serden ve masiyetten ictinab edesiniz (1)“1 buyurmuştur.
İnsanları sahih akaidle ıslah ederek şerden ve masiyetten uzaklaştırmak ve hayırlı olan yola yöneltmek için peygamberler göndermek ve bu peygamberler vasıtasıyla emirlerini insanlara tebliğ etmek, Allah Teala’nın değişmez kanunlarından biri olmuştur.
Geçmiş peygamberler vasıtasıyla tebliğ olunan bu emirler arasında, şekli ve şartı ne olursa olsun, orucun da yer almış olması, bu ibadetin Allah indinde ne büyük bir ehemmiyeti haiz olduğunu gösterir.
Allah Teala, yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerimesinde, “Serden ve masiyetten ictinab etmeniz ve İlahi emirlere uyarak ubudiyyet zevkini tatmanız için sizden öncekilere nasıl oruç farz kılındı ise, size de öylece farz kılındı” buyurmuştur.
Şeriat dilinde ise bu kelime, insanın mide ve cinsiyetle ilgili iki çeşit şehvet kaynağını, arzu ettikleri şeylerden belirli zamanlar içinde ve belirli şartlar dâhilinde imsak etmek manasına gelir.
Akıl sahibi olan herkes bilir ki, insanın en büyük derdi, ya karın, ya da cinsiyet şehveti açar. Karın, arzu ettiği her çeşit yiyeceğe, bünyenin yararına olup olmadığını gözetmeksizin kavuşmak ister. Onun yiyecek ve içeceğe karşı olan bu şehveti, şiddetini artırdıkça, insanda, onları bulmak ve elde etmek için behren arzu da şiddetlenir.
Hırsızlığın, mide şehvetinin esiri ve oyuncağı olan insanlara has bir davranış olduğunu kim inkar edebilir?
Keza çeşitli yiyecek ve içeceklerin sebep olduğu çeşitli hastalıklar da, çok defa, kendilerini midelerinin şehvetine esir eden kimselerin kurtulamadıkları dertlerdendir. Cinsi şehvet ise, toplumumuzda her gün müşahede ettiğimiz çeşitli felaketlerin başlıca kaynağını teşkil eder. Kız kaçırmalar, ırza tasallut ve tecavüzler, birçok hayatın sönmesine, birçok yuvanın yıkılmasına sebep olur. Bu çeşit felaketlere maruz kalanların hepsi, cinsi şehvetin kurbanlarıdır.
Gerek mide şehvetinin ve gerekse cinsi şehvetin esiri ve oyuncağı olan kimseler, aynı zamanda, takvalarını ve mümin-i kamil olma vasfını da kaybetmiş olan kimselerdir, imanları, dinin işlenmesini haram kıldığı fulleri irtikab etmelerini önleyemeyecek kadar zayıftır.
Halbuki İslam’da matlub olan, insanın mümin-i kamil olması ve kendisini şerre ve masiyete sevk edebilecek her türlü davranıştan sakınmasıdır. İşte, Allah Teala, her türlü serden ve masiyetten ictinab ederek, takva sahibi gerçek bir mümin olması için insana oruç tutmasını emir buyurmuştur. Çünkü oruç, her şeyden önce, insanın, yukarıda bahis konusu ettiğimiz mide ve cinsiyet şehvetini kırar; onu, bu iki şehvetin esiri ve oyuncağı olmaktan kurtarır, onlara hakim olmasını öğretir.
Nitekim Hazret-i Peygamber oruç ateşe karşı bir kalkandır buyurmuştur. Çünkü orucun manası şehvetlerden el çekmektir; şehvetin azalmasıyla ateş izale edilmiş olur. Bu, şu demektir ki:
İnsan, dünyada elini şehvetten çektiği zaman, bu davranışı, Ahirette onun için ateşe karşı bir koruyucu olur
Orucun, hem dünyada sahibi için tehlikeli olabilecek şehvetlere karşı, hem ahirette bu şehvetlerin alevlendirdiği ateşe karşı sahip olduğu koruyuculuk vasfı, bizzat kendisinin, onu ifsad eden ve ondan hasıl olacak sevabı noksanlaştıran şeylere karşı korunmasını gerektirir.
Peygamberimiz (s.a.v); (Her kim oruçlu ise) kötü söz söylemesin; cahiller gibi hareket etmesin; ve bir kimse kendisiyle dövüşmek veya dalaşmak isterse, ben oruçluyum, desin ve bunu iki defa tekrarlasın.” buyurmuştur.
Kötü söz ve kötü hareket, İslam’ın şiddetle nehyettiği davranışlardandır. Aynı zamanda bu nehiy, yalnız oruç tutanlara ve yalnız oruç aylarına mahsus da değildir, insan bütün ömrü boyunca iyi söz söylemek, iyi hareketlerde bulunmak, kısacası iyi olmak zorundadır.
Kalbinde taşıdığı İslami iman, ifasıyla emrolunduğu ibadetlerle birlikte ona bu melekeyi kazandırmış olmalıdır. Münasebette bulunduğu kimselere karşı iyi davranışa sahip olmayan, iyi söz ve iyi hareketleriyle bu münasebetleri ayarlayamayan bir Müslüman, her şeyden önce imanını kontrol etmek zorunluluğunu duymalıdır ve bilmelidir ki;
Kendisinden sadır olan kötü davranışlar, sahip olduğu imanın zafiyetinden ve ifa ettiği ibadetlerin kusurlu oluşundan ileri gelmektedir. Oruçlu olduğu zamanlarda ise, daha dikkatli ve daha titiz olmak zorundadır. Nasıl devamlı namaz kılan bir kimse, onun adab ve erkanına riayet eder, sağa sola bakmaz, hiç kimseyle konuşmaz ve yalnız Allah’ın huzurunda huşu içinde O’na ibadetle meşgul olursa, oruçlu olduğu zamanlarda da orucun adab ve erkânına riayet etmek gerektiğini bilmeli, Allah’ın huzurunda ve ibadet halinde olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır
Bir ay müddetle belirli zamanlar içinde devam eden bu ibadet, insana iyi söz, iyi hareket ve iyi düşünce melekesi kazandırmalı, bu ayın bitiminden sonraki günlerini de aynı yaşayış içinde geçirmelidir.
Eğer Müslüman, böyle bir meleke kazanmadığını hissederse, yine imanını kontrol etmeli, tuttuğu oruçta bulunduğuna şüphe olmayan kusurları giderme çareleri aramalıdır. Aksi halde, sahibine bu melekeyi kazandırmayan oruç, bütün gününü aç ve susuz geçirmekten başka bir manaya gelmez.
Nitekim, Hazret-i Peygamber, bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
✓ Kim yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, Allah-u Teala o kimsenin yemesini ve içmesini terk etmesine kıymet vermez
Yalanı ve yalan ile amel etmeyi terk etmeyen kimsenin aç ve susuz kalmasına Allah Teala’nın ihtiyacı olmadığı şeklinde varid olan hadisi, o kimsenin yalanı terk etmedikçe oruç tutmamasını emir manasında anlamamak lazımdır. Hadisten maksat, yalan sözden ve yalan ile amel etmekten tahzirdir. Yahut bu şekilde tutulan orucun Allah indinde makbul olmadığım beyandır.
Bu itibarla Müslüman, “orucum kabul olmazsa ne diye aç susuz durayım” demez, fakat kabul edilecek orucu tutmak için bütün gayretini sarf eder. Kendisini her türlü kötü söz ve hareketlerden koruyan oruçlu, başkalarının dövüşmek, dalaşmak gibi, kendisine karşı olan kötü davranışlarını da sükunetle karşılaman ve hiç olmazsa iki defa, kendisinin oruçlu olduğunu onlara hatırlatmalı ve bu suretle onların, kötü hareketlerinden vazgeçebileceklerini göz önünde bulundurmalıdır.
Aksi halde oruçlu, onlara onların lisan ve hareketleriyle mukabele ettiği zaman orucunun tehlikeye düşeceğini hatırdan çıkarmamalıdır. Zaten oruçlu olan ağızdan kötü sözler çıkması kadar acaip bir durum tasavvur edilemez.
Altın mahfaza içerisine pislik doldurulduğu nerede görülmüştür?
O oruçlu ağız, öyle bir mahfazadır ki -ister altınla aynı değerde tutulsun, ister onunla mukayese edilemeyeceği ileri sürülsün- Hazret-i Peygamber Allah’a kasem ederek bu ağız hakkında şöyle buyurmuştur:
✓ “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a kasem olsun ki, oruçlunun ağız kokusu, Allah indinde misk kokusundan daha güzeldir”
Allah indinde misk kokusundan daha güzel bir koku neşreden oruçlu ağzın, kötü sözler ve galiz küfürlerle kirletilmesini hiç kimse arzu etmez. Bu sebepledir ki;
Oruç tutan her Müslüman, orucunu tehlikeye düşürebilecek kötü sözler sarf etmekten ve dolayısıyla miskten daha güzel kokan ağzını bu kötü sözlerle kirletmekten çekinmelidir ve bilmelidir ki, oruç, bu şekilde tutulduğu zaman Allah’ın rızası için tutulmuş ve O’nun hudutsuz mükafatı kazanılmış olur.
Peygamberimiz (s.a.v), hadis-i şerifinde Allah Teala’dan naklen şöyle buyurmuştur:
✓ (Oruç tutan kulum) yemesini, içmesini ve şehvetini benim (rızam) için terk etmiştir. Oruç, (riya karışmadan yalnız) bana edilen bir ibadettir ve onun. (hudutsuz) mükafatını vermek de bana aittir. (Başka ibadetler ise) on misliyle ödenir.
“Oruç, yalnız benim için yapılan bir ibadettir ve onun mükâfatını vermek de bana aittir” sözünün tefsiri üzerinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Zîra bütün ibadetler Allah rızası için yapılır ve hepsinin ecri yalnız Allah tarafından ödenir.
Bununla beraber, hadis-i kudside Allah Teala yalnız orucu kendisine tahsis etmiş ve ecrinin de yalnız kendisi tarafından ödeneceğini beyan buyurmuştur.
Bu müşkülle ilgili olarak ileri sürülen görüşlerden bazısı şöyledir:
1- Bütün iyi fiillerin Allah’ın rızasını kazanmak için yapıldığı ve bunların ecrinin yalnız O’nun tarafından verildiği malumdur. Ancak Allah Teala, bu sözünde oruca ayrı bir hususiyet atfetmiştir. Çünkü oruç, fiiliyle zahir olan bir ibadet değil, belki kalbe taalluk eden bir ibadettir. Halbuki diğer ibadetler böyle değildir. Onlar, yapılan hareketlerle zahir olurlar.
Mesela bir kimsenin namaz kıldığı, onun yatıp kalkmasından anlaşıldığı halde oruç tuttuğu bilinmez. Bu bakımdan fiile taallûk eden ibadetlere bazen riya karışsa bile, oruca karışmaz. Bunun da manası, oruçtan hasıl olacak sevabın miktarını yalnız ben bilirim, demektir. Halbuki diğer ibadetlere taalluk eden sevabın miktarları açıklanmış ve her biri için 10 dan 70 misli fazlasına kadar ecir takdir olunmuştur.
Bu, oruç için takdir olunan ecrin, ancak Allah tarafından bilinecek kadar çok olduğu manasına gelir.
2- Şehvetten, yemeden ve içmeden müstağni olma keyfiyetinin Allah Teala’ya has bir sıfat olması olması yönüyle; oruçlu, şehvetini, yemesini ve içmesini terk ettiği zaman, Rabbinin sıfatına uygun bir sıfatla O’na tekarrüb etmiş olur. Halbuki diğer ibadetler, mahlukata has fiillerdir.
Bu bakımdan Allah Teala orucu kendisine izafe etmiş ve mezkur kavliyle, “Kulum, emrim üzerine, bana, benim sıfatımla yakınlaşıyor” demek istemiştir.
3- Oruçlu, meleklere has olan bu sıfatla Allah’a tekarrüb ediyor.
4- İbadetler arasında yalnız orucun Allah Teala’ya müteveccih bir ibadet olması yönündendir. Yani oruçla, Allah’Tan başka hiç kimseye ibadet olunmaz. Halbuki salat olsun, sadaka ve tavaf olsun, Allah’tan başka İlah olarak kabul edilen şeylere de tevcih edilmiştir.
Bu bakımdan Allah Teala, mezkur kavliyle yalnız orucu kendisine izafe etmiştir.
Zikrettiğimiz bu değişik görüşlerin hepsi de akla uygundur. Ancak murqd ettiği manayı en doğru bilen, şüphesiz Allah Teala’dır. O, her şeyi hakkiyle bilicidir. Bizim O’ndan başka dayanağımız yoktur.
Kaynak: Doç Dr: Talat Koçyitiğ / Diyanet İlmi Dergisi / Eylül 1970 / bkz: 272-278
(1-Bakara Süresi 183)