Öncelikle Müslümanlara tevhidi öğütlediği ve tevhit yüklü bir mesaj takdim ettiği müşahede edilir. Zira tevhit, ilahi dinlerin en temel konusunu teşkil eder.
Tevhid inancından yoksun olarak yapılan ibadetler Allah Teala nezdinde hiçbir anlam ifade etmez. Tevhidin iki boyutundan söz etmek mümkündür.
Birincisi: Allah’a eş ve ortak koşmaksızın O’nun yegane yaratıcı ve mutlak hakim olduğunu tam bir teslimiyetle kabul etmektir. Ezan metninde yer alan “Allahu ekber, la ilahe illallah” ifadelerinde, mutlak hakim ve gücün Allah Teala olduğu, O’na iman edip rızasını kazanmaya çalışmanın esas gaye olduğu ifade edilir.
İkincisi: Kainatın Efendisi Hz. Peygamber’in Yüce Allah’ın son peygamberi olduğuna iman etmektir. Bu ilahi hakikat, ezan metnindeki “Eş- hedu enne Muhammeden Rasulullah” ifadeleri ile ilan edilir.
Nitekim Allah Teala’nın hoşnutluğunu kazanmak, Hz. Peygamber’e iman etmekle mümkündür. Bu iki tevhit hakikati, birbirinin mütemmimi olduğundan biri diğerinden bağımsız düşünülemez.
Evet;
Müslümanlar arasında birliği tesis etmesinin yanında, yüksek manevi ritmi ve fonetiği sayesinde birçok insanın İslam’ın yüce hakikatleriyle buluşmasını ve nihayet Müslüman olmalarını sağlama özelliğine sahip olduğu da bilinir.
Ezan, bu özelliklerini hiç şüphesiz asli niteliklerine uygun olarak okunduğu sürece kıyamete kadar sürdürecektir. Bu sayede Müslümanlar, içinde bulundukları manevi konumlarını koruyacak hatta zenginleştirecektir. Müslüman olmayanlar da bu sayede İslam’ın yüce hakikatlerinden öz itibarıyla haberdar olacaktır.
Böylece ezan;
Allah Teala’nın azametini, usve-i hasene / en güzel örnek olan Hz. Peygamber’in şanını ilan eden ilahi bir davet olarak dillerden düşmeyecek ve gönülleri fethetmeye devam edecektir.
Bu bağlamda kutsallığı dolayısıyla saygı ve hürmete layık olan ezan, İslam ve iman esaslarını bünyesinde barındırması bakımından Müslümanlar için dinin önemli bir şiarı olma özelliği taşımaktadır.
Ezan vasıtasıyla insanlar bir taraftan namaza çağrılırken diğer taraftan İslam’ın üç temel ilkesini oluşturan Allah’ın varlığı ve birliği, Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğu ve asıl kurtuluşun ahiret mutluluğunda bulunduğu gerçeği açıklanmış olur.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, özellikle İkinci Meşrutiyet’in akabinde dilde sadeleşme akımının ortaya çıkmasından sonra ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi konusunda görüşler ileri sürülmeye başlanmıştır.
Bu çerçevede ezanın Türkçeleştirilmesi düşüncesi üzerinde de yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Nihayet ezanın Türkçe okunmasına 15 Temmuz 1932 tarihinde verilen kararla başlanmış ve bu uygulama on sekiz yıl devam ederek 1950 yılı Temmuz ayında sona erdirilerek tekrar asli şekline döndürülmüştür.
Tanzimat döneminden gelen fikir ve düşüncelerin etkisiyle ezan da dahil olmak üzere ibadet dilinin Türkçeleştirilmesiyle ilgili görüşler Cumhuriyet döneminde ağırlık kazanmıştır. Konuyla ilgili gelişmeler şöyle özetlenebilir:
Atatürk’ün emri üzerine sonraları Maarif vekili olan Reşit Galip ile Hasan Cemil Çambel‘in yönetiminde, Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti’nin Dolmabahçe Sarayı’ndaki odasında 1932 yılı ramazan ayı öncesinde (Aralık 1931) dokuz meşhur hafız bu işle görevlendirilmiştir.
Beşiktaşlı Rıza, Süleymaniye Camii müezzini Hafız Kemal, Hafız Sadettin Kaynak, Hafız Burhan, Hafız Fahri, Hafız Nuri, Hafız Yaşar Okur, Hafız Zeki ve Sultanselimli Hafız Ali Rıza Sağman’dan oluşan bu heyet tekbir, ezan ve kameti konservatuvardan bazı sazların da iştirakiyle hazırlamıştır.
Bu arada tercümede tereddüt edilen noktalarda bizzat Atatürk’ün görüşüne başvurularak kesin karar onun tercihleri doğrultusunda verilmiştir.
Türkçe ezanın bestesi için konservatuvar üyesi İhsan Bey görevlendirilmiştir. Bütün gayretlere rağmen bestenin 10 Ocak 1932 tarihine kadar İstanbul’daki bütün müezzinlere öğretilmesinin mümkün olamayacağı anlaşılınca ezanın asli şekliyle okunmasına geçici olarak izin verilmiştir.
Bu arada başta İstanbul olmak üzere Anadolu’da da yer yer ezanın Türkçe okunmasına başlandığı gazetelere intikal eden haberlerden anlaşılmaktadır.
Yapılan hazırlıklardan sonra;
18 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Başkalığının da uygulamayı kabul etmesi sağlanmıştır.
15 Haziran 1950 tarihli Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesinde gerekli değişiklikler yapılarak 16 Haziran 1950’de ramazan Arefesinde ezanın Arapça okunması serbest bırakılmıştır. Bu durum Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki‘nin imzasını taşıyan 23 Haziran 1950 tarih ve 6715 sayılı tamimle bütün müftülüklere resmen tebliğ edilmiştir.
Divan edebiyatına ait eserlerde ezan hakkında müstakil şiirlere rastlanmamakla birlikte konuyla ilgili bazı unsurlar çeşitli mısra ve beyitlere girmiştir.
Ezan, Batılılaşma sürecinin başladığı Tanzimat döneminden sonra çeşitli şiir ve yazılara konu teşkil ederek dini ve milli yönleriyle işlenmiştir. Ezanı şiirleriyle dile getirenlerin başında istiklal şairimiz Mehmed Akif Ersoy gelir. Bu kapsamda Tevfik Fikret, Ahmed Haşim, Yahya Kemal, Ziya Gökalp gibi şairler de sayılabilir.
Cumhuriyet döneminde Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ali Ulvi Kurucu ve Sezai Karakoç gibi şairler de şiirlerinde ezan temasını işleyerek, ezanın ilahi anlam ve önemini şiirin sihirli gücüyle ortaya koymuştur.
Ezanın etkileyici, ruhları okşayan evrensel bir değer oluşunu meşhur şair Bahtiyar Vahapzade şöyle terennüm eder:
Musiki üslup ve tarzına uygunluğu nispette etkileyiciliği ve gönüllere verdiği sürur ve inşirah gücü artan ezan, Batılı yönetmenlerin filme konu yapacak kadar ilgisini çektiği ilahi bir nağme, insanlığın muhtaç olduğu manevi bir ışık ve gıda olarak dünya var oldukça etkinliğini devam ettirecektir.
Ne mutlu o ilahi nağmeyi hakkıyla terennüm edenlere ve yine ne mutlu o kutlu nağmeyi gönlünün derinliklerine indirenlere!
Kaynak: Dr: Veysel Nargül (Iğdır Üniversitesi İlahiyayat Fak) / Diyanet Aylık Dergisi Eki / Ekim 2009 / bkz:1-6